2 Şubat 2014 Pazar


-ROBOSKİ ANILARI-


Yaklaşık iki ay önce, biri hayatını benimle paylaşan iki değerli arkadaşım, katliamın ikinci yıldönümünde yapılacak anmalarda bulunmak üzere Şırnak’a gitmeye karar verdi. Bu duyarlılıklarını desteklemek için elimden geleni yapmaya çalıştım.
Aşağıda arkadaşlarımın anıları bulacaksınız. Yazlarının yanı sıra gezileri sırasında bana gönderdiği bazı görüntüleri de buraya aldım. Bu fotoğraflar beni 1.000 kilometre ötedeki geziye kattı.
Yedeksubaylığını katliamın yapıldığı yerden birkaç yüz kilometre batıda, 47 yıl önce Suriye sınırında “kaçakçılığı men ve takip göreviyle” yapmış biri olarak sınır olaylarına yabancı değilim. Ancak devlet bürokrasisinin 34 yurttaşın katletmesinin hesabının sorulması için hiçbir şey yapmaması ve hatta olay yerine bir savcı bile gönderilmemesi ayrıca hesap sorulması gereken bir olaydır. Bu korkunç katliamın çözümlenmesi, suçluların cezalandırılması, bombalarla yok edilen insanların ailelerinin acılarının biraz olsun dindirilmesine küçücük bir katkı olması dileğimle…
Roboski yolcuları havaalanında


                                            Şırnak yolunda...






Kontrol noktasında arama tarama (Sahi, Yalova-Balıkesir yolunda neden hiç kontrol noktası yok?!)



Şırnak'tan görüntüler
Gülyazı köyünde Ahmet ve Semire Encü'nün tek odalı evinde yatma saati

Fotoğraf çekmeyi öğrenen çocuklar fotoğraflarının sergilendiği yerde albümleriyle...
Köy hayatı
Orada güneş 15:45'te batıyor
Gece ateş başında...
 
Canset, evin küçük kızı Hekime'yle...
Nusret Encü hediyesini pek sevmiş...
28 Aralık 2013: Kalabalık halk topluluğu mezarlığın yer aldığı tepeye yürürken
Evinde kaldıkları Semire Encü oğlunun mezarı başında









Anma toplantısından görüntüler

Şırnak'tan Diyarbakır'a


Diyarbakır'da açılan Roboski Katliamı Anıtı






GECİKMİŞ BİR YÜZLEŞME                                                                                Canset Big Aksel

Geçtiğimiz yıl eylül ayında Bodrum Kadın Dayanışma Derneği Roboskili kadınlarla bir yüzleşme toplantısı düzenledi. Her toplantıya gidebilen biri değilim. Ancak o sırada arkadaşım Altıok’un da burada olması itici gücüm oldu.
Çok farklı politik görüşlerde onlarla kadın toplandık. Eylül ayının o gününde biz Bodrum’da yaşayan kadınlar rahat kıyafetlerimizle sandalyelere dizildiğimizde karşımızda baştan aşağı karalar içinde dört kadın vardı. Kucaklarında birer çerçeve içinde genç delikanlıların fotoğraflarına tutunmuş öylece oturuyorlardı.
Toplantı başladığında bir kadın Roboskili annelerle nasıl ilişki kurduğunu ve kendisini onlarla irtibat kurmaya iten nedeni anlattı: Televizyonda Roboski’ye yakın bir yerde devrilen araçları nedeniyle yaralanan askerlerin yardımına ilk koşan katliamda çocuklarını yitiren köylülerdi. Gene katliamda çocuğunu kaybetmiş bir anayı traktörde yaralı askerlerden birini kucağına yatırmış halde hastaneye giderken görmüştü. Ne yapmış etmiş onlara ulaşacak bir telefon numarası bulmuş ve telefonda da olsa onların acısını paylaşmaya çalışmıştı. Telefonda süren arkadaşlıkları sonrası onlarla ilk kez karşılaşıyordu. O kadın kanımı donduran şu sözcüklerle konuşmasını tamamladı. “Muhsin Yazıcı’ya ne kadar ağladıysam bu çocuklara da öyle yandım.”
Derken misafirlerimiz kendilerini tanıtarak yaşadıklarını ve şu anda içinde bulundukları durumu anlattılar. Dupduru sözcüklerle anlatılan o acıları dinlerken bütün direnmemize rağmen salonda ağlamayan bir kişi kalmadı. Gözüm tam karşımda oturan arkadaşa takıldığında boynundan yüzüne kadar kıpkırmızı olduğunu görünce korkup onu dışarı çıkardığımda tansiyonunun çıktığını ama ilaç aldığını merak etmememi söyledi.  Demem o ki hepimiz çaresizlik ve acı içindeydik.
Derken katliamdan sonra evlenmiş, yani karalarla bir evden diğer eve geçmiş genç kadın dedi ki, “Bizim eşimle konuşabildiğimiz tek şey kardeşlerimiz. Onlarla yaşıyoruz. Akşam oluyor karşılıklı oturuyoruz. O kardeşini anlatıp ağlıyor, ben kardeşimi anlatıp ağlıyorum. Bizi teselli edecek kimse yok.  Çünkü neredeyse her evden cenaze çıktı. Herkes bir yakınını kaybetti, herkes acılı. Bir karanlığa gömüldük, bizi bu karanlığımızda bırakmayın, bizi yalnız bırakmayın.”
Annemi babamı düşündüm. Genel geçer söyleyişle onlarınki sıralı ölüm. Önce annemi üç ay sonra babamı kaybettim. Hâlâ acıyla baş etmekte zorlanıyorum. Hiç beklenmedik bir şekilde ‘ambulans şimdi gelir kurtulur’ diye umutla beklerken fidan gibi oğlunun kollarında can vermesi ne menem bir şeydir,  düşünemiyorum bile. İçimi çaresizlik dolu bir öfke kaplıyor. Onların sürekli sordukları soru içimde çığ gibi büyüyor. Neden?
Toplantı sonrası eve döndüğümüzde artık aynı ben değilim. Altıok’la bir birimize söz veriyoruz. Roboski’ye gideceğiz.
İşte aşağıda okuyacağınız Altıok’un kaleme aldığı “Başım Gözüm Üstüne”nin yolculuğu böyle başladı. Ben Roboski’ye yolculuğumuzu, insanlarını, duygularımı yazmayacağım. Arkadaşım bire bir paylaştığım duygularıyla birlikte her şeyi çok güzel dile getirmiş.
Sadece aklımın gerçekten almadığı bir şeyi sormak istiyorum: Bir iç savaşta devlet, kendinden yana olan bir köyde, bir korucu köyünde, korucular askerle birlikte gerilla peşinde koşarken hangi akla hizmet o korucunun çocuğunu bombalar?








BAŞIM GÖZÜM ÜSTÜNE”                                                                                     Altıok Gürol

Roboski adını ilk defa 30 Aralık 2011 sabahı Açık Radyo'daki Açık Gazete programında Ömer Madra'dan duydum.
O yıl, ülkenin en uç sınır bölgesinde onca acı ve yas varken, onca ağıt yakılıyorken, görmeyen, duymayan, hissetmeyen bir topluma nasıl dönüştüğümüzü düşündüren bir yılbaşı yaşadık.
Bu kadar duyarsız olmamızın sebebi, ölenlerin Kürt olmasıydı şüphesiz.
Yeni Şafak’tan Hürriyet’e, Zaman’dan Sabah Gazetesi’ne kadar hepsi olayı kınarken; SÖZCÜ gazetesi “Silah taşıyorlardı” manşeti ile ülke genelinin yılbaşı coşkusundaki utanmazlığına gerekçe oluyordu adeta.
Ben, etnik kimlik olarak hiç “öteki” olmadım ülkemde. Belki de bu nedenle “öteki”yle “ötekileşme”yle geç tanıştım. Bu tanışıklıkla birlikte kendimle, ötekileştirenle, çoğunluktaki sesle didişmem, hesaplaşmam hiç bitmedi.
Eylül 2013’te Bodrum Kadın Dayanışma Derneği’nin (BKDD) düzenlediği Kadın Yüzleşmesi Programı’nda tanıdığım Roboskili dört kadın, bana arzuladığım Roboski’nin yolunu açtı.
Güneydoğu’ya yaptığım onca yolculuğa rağmen Roboski’de yöre insanına dokunabileceğim ve onların koşullarında onlarla yaşayacağım için inanılmaz heyecanlıydım. Ekibimiz ikisi psikolog olan toplam altı kadındı.
Şırnak havaalanına Canset’le birlikte indiğimizde etrafımızı saran Cizreli taksicilerin 20km’lik mesafeye 100 TL istemeleri karşısındaki şaşkın halimizi gören alan güvenlik görevlisi, bizim  Roboski anmasına geldiğimizi öğrendiğinde, “Bekleyin yeğenim kendi aracı ile sizi  Cizre’ye götürür, oradan Şırnak arabasına binersiniz,” dedi.
Puşili iki yakışıklı kürt genci bavullarımızı aldıklarında, biz araca çoktan binmiştik bile. Bu günden baktığımda hiç tanımadığımız insanların aracına, üstelik de tehlikeli (!) olduğu söylenen bir bölgede tereddüt dahi duymadan binmemizin temelindeki duygu ne olabilirdi?
Cizre’de bu iki genç adama, teşekkür edip ayrılırken Roboski anmasına gelmiş olmamıza duydukları şükran duygusunu üç sözcükle ifade ettiler, “Başım gözüm üstüne.”
Bir çay evinde çay, simit, kahve keyfi yapıp sadece 9 TL ödedikten sonra Cizre sokaklarını turlayarak Şırnak aracına kendimizi atıyoruz. En önde şoförün yanında tek kişilik koltukta oturuyorum fotoğraf çekebilmek için. Hemen, “Roboski’ye mi hocam?” Sorusu geliyor, arkasından da inanılmaz bir sahiplenme ve sevgi yumağı. Yollar geniş ama çok bozuk. Kato, Cudi, Gabar Dağı eteklerinde kıvrılarak yol alırken, solumuzda Dicle Nehri de bize eşlik ediyor. Her Şırnak kilometre tabelasının önünde sarsılmadan fotoğraf çekebilmem için şoförün yavaşlaması otobüste şakalaşmalara yol açıyor. Şırnak şehir girişinde yöreye jandarma bakıyor olsa da polis yolu kesiyor. Ellerinde kalaşnikoflu polisler sarıyor etrafımızı, iniyoruz araçtan. 12 Eylül’den bu yana, batıda unuttuğumuz bu görüntüler orada yaşayanlar için sıradan. Bagajlar açılıyor, kimlikler toplanıyor. Sonra yola devam.
Şırnak’tayız. Öğretmen Evi’nin önü yolcu inip binme yeri olan bir meydan aslında. Şoför bavullarımızı kaptığı gibi otobüs yazıhanesine götürüyor, istediğiniz gibi gezin diyor. Teşekkür edip, vedalaşıyoruz. Cevap, “Başım gözüm üstüne.”
15 dakikada caddeyi turlayıp araçtan indiğimiz noktaya geliyoruz. Dağılmakta olan sakin bir kalabalık var.
-Ne oldu burada? diye soruyorum.
-Biri vuruldu, diyor bir çocuk. Ne silah sesi duyduk, ne siren. Namus cinayeti. Ölü de yok ortada, öldüren de. Herkes yerine varmış bile 10 dakikada. Telaşsız, sakin, olağan!
Bodrum’dan gelecek arkadaşlar Ankara aktarmalı gelecekler ve Şırnak’ta buluşup yola devam edeceğiz. Bu nedenle Öğretmen Evi’ne uzunca bir zaman oturmak üzere kamp kuruyoruz. Bütün yemekler zehir gibi acı. Nihayet beklediğimiz telefon geliyor arkadaşlarımız Şırnak’a yaklaşmış toparlanıyoruz, hesap istiyorum bu arada. Dağıldığımız masalardaki eşyaları toplarken bir genç; “Hocam Roboski’ye mi geldiniz? diyor. “Evet “ diyorum. “28’inde köyde görüşürüz, “ diyor. “Tamam,” diyorum.
Garson sesleniyor “Hocam hesabınız ödendi.” Canset’le bir birimize bakıyoruz. Bu şükran duygusu bizi eziyor adeta.
Hesabımızı ödeyen genci takip ediyoruz teşekkür etmek için, çalıştığı mağazaya giriyoruz. Kendisi  yok, bu kez ağbisine yakalanıyoruz kahve içmeden bırakmıyor bizi.
Öğretmen Evi’nin karşısında Atatürk anıtının olduğu Atatürk Parkı var. Önü küçük bir meydan. Meydan dediysem Taksim meydanı falan sanmayın, olsa olsa Beşiktaş’taki Barbaros Anıtı’nın bulunduğu alan olabilir. Adı Cumhuriyet Meydanı. Devamı olan cadde Zübeyde Hanım Caddesi. İşte tam bu küçücük Cumhuriyet Meydanı’nda Figan, Nimet, Miray ve Damla ile buluşuyoruz. Onlar yorgun ama biz, gün boyu yaşadığımız bu sevgi ve minnet duygusunu büyük bir coşkuyla paylaşıyoruz. Koltukları kırık bir minibüsle Diyarbakır ve İstanbul’dan gelen başka konuklarla birlikte 3- 4 saate varan zorlu bir yolculuktan sonra Gülyazı köyüne varıyoruz.
Kalacağımız ev Bodrum’da tanıdığımız Semire Encü’nün evi. Semire ve kocası Ahmet Encü’nün; Selam, Haşim, Bilal, Sevda, Nevruz ve Hekime olmak üzere 6 çocukları var. Selam Encü ailenin katliamda ölen çocuğu.
Selam’ın ve diğerlerinin neden kaçağa gittiğini anlamamakta ısrar edenlere güzel bir göndermedir aşağıdaki satırlar:
“İki yıllık inşaat bölümünü bitirmiş, inşaat mühendisliğine geçiş için sınava hazırlanıyordum. Sınava giriş parası istediğimde babam "biraz beklememi" söylemişti; bu söz yokluğun diğer adıdır Roboskî'de ve bu sözü duyan her evlat gibi ben de babama kaçağa gitmem için müsaade etmesini söyledim. Daha önce hiç kaçağa gitmemiştim, babam direndi, göndermek istemedi. Çok ısrar edince çaresiz gönderdi... Yoldayken 40 lira için beni bu karda kışta kıyamette, kelle koltukta bu sefere çıkaran düzene her nefesimde lanet ettim Bu ilk kaçağımdı, sonum oldu! “ (http://www.bianet.org/bianet/diger/136544-ben-selam-encuyum)
Minibüsten indiğimiz yer eve 20 metre mesafede. Ev halkı bizi coşkuyla karşılıyor, bavullarımızı kapıyorlar hemen. Buzlu ve çamurlu yoldan düşmemeye çalışarak eve varıyoruz. Halı ve kilim serilmiş, çepeçevre minderlerle kaplı büyücek bir odaya giriyoruz, köşede bir sehpa üzerindeki  televizyonda Kürtçe yayın yapan sınır ötesi kanallardan biri açık. Katliam görüntüleri dönüyor ekranda. Ve karşımızda Bodrum’daki yüzleşme toplantısında tanıdığımız Hülya Tarman. Hülya ile bir muhabbetimiz yok henüz, ama nedendir bilmem batıdan tanıdığım birinin karşılayanlar arasında olması bana iyi geliyor. Oturuyoruz minderlere…
Heyecanım dorukta… Sınırdayız, az ötesi Irak.
Hoş geldin faslından hemen sonra oturduğumuz minderlerin önüne boydan boya muşamba seriliyor ve inanılmaz bir hız ile o muşambanın üzeri özenle hazırlanmış yemeklerle donatılıyor.  Her şey çok lezzetli. Yemek faslının bitmesiyle birlikte yer sofrası nasıl toplanıyor anlamıyoruz bile.
Köyün kadınları ve genç kızları geliyorlar hoş geldin demek için bize. Getirilen hediyeleri tasnif etmek için bavullar dökülüyor ortaya eşyalar tasnif ediliyor, oyuncaklar da. Evin en küçük kızı Hekime’nin algısı ve farkındalığı çok yüksek. Çocuk yaştaki bu travması, annenin o acılı beden dili ve vakur duruşu, ablalarının öfkesi, ağbilerinin sevecenliği. Hekime’nin çok fazla farkında olduğu şeyler. Hemen kapıyor oyuncaklar arasından mini orgu ve çalmaya başlıyor Canset’le birlikte.
Nusret Encü köyün çocuklarından. Narin bir çocuk. Bir mont buluyoruz gelen hediyelerden. Kolları uzun, kıvırıyoruz, “Seneye de giyersin” diyorum… Küçükken bana bir giysi ya da ayakkabı alınırken söylenen bu sözü hatırlıyorum gayrı ihtiyari, ama sonrasında utanıyorum söylediğime. Nusret, “Ayakkabı var mıdır bana göre?” diyor. Olmadığını göre göre. “Yok” demek çok zor geliyor. İnsan işitiyor olduğuna kahreder mi hiç!
Gelen giysiler içerisinden bir bikini üstü ve bele kadar dekolte bir buluz çıkıyor. Canset’le ne yapacağımızı şaşırıp bakışıyoruz. Batının bu acımasız züppeliğini Figan çaktırmadan sobaya atarak hallediyor…
Erkekleri gönderiyoruz, sobada fokurduyan çaydanlıktan çaylarımız dolduruluyor ve sırayla herkes kendisini tanıtarak o anki duygularını anlatmaya başlıyor.
En fazla hissedilen duygu, Öfke.
“Ben 34 kişinin annesiyim,” diyor henüz 40 yaşında bembeyaz saçlarıyla dimdik duran Semire Encü.
“Abimin kardeşiyim” diye tanıtıyor kendisini Nevruz.
“Abimi çok özledim” diyor diğer kardeş Sevda. 
Kardeşimi hatırlıyorum birden. Ürperiyorum.
Roboski’nin romanını yazacak genç kızları tanıyoruz. Hülya katliam sonrası çocuklarla ve kadınlarla çalışmalar yapan gönüllü bir psikolog. Köylünün güvendiği, inandığı, gönül verdiği bir insan. Ankara’da yaşıyor ama tüm olumsuz sağlık koşullarına rağmen sıklıkla Roboski’ye gidip çalışmalarını sürdürüyor.
Encülerin daha önce yaşadıkları köy Devlet tarafından boşaltılmış ve bu köye yerleşmeleri öngörülmüş. Tarım ve hayvancılık yapma koşulu yok. Geçim kaynağı olmadığı için Devlet koruculuk yaptırarak kendisine mahkum kılmaya devam etmiş köyün erkeklerini. En önemli mal varlıkları Katır. Yörede devlet onaylı ve destekli dededen kalma kaçakçılık diğer gelir kaynağı.
Köyün adı Gülyazı. Kürtçe adı Beju.
Hemen yanındaki köy Ortasu. Kürtçe adı Roboski.
Bütün bu köylerin bağlı olduğu Uludere Şırnak’ın kazası. Kürtçe adı Qılaban.
Katliam sonrası köyün bütün erkekleri, “Size yıllardır koruculuk yapıyoruz siz ise çocuklarımızı öldürdünüz” deyip istifa ediyorlar. İstifalardan sadece ikisi kabul ediliyor. Biri Semire Encü’nün kocası Ahmet Encü. İlginç olanı o iki kişinin istifaları kabul edilmiş olsa bile maaşları hala ödenmeye devam ediyor. Köylü de kaçağa gitmeye devam ediyor.
Yaşamak için başka koşulları yok.
Herkes evine gidiyor, nasıl ve nerede yatacağımıza dair hiçbir fikrim yok, düşünmedim de bunu. Birden hepimiz kalkıyoruz, oturduğumuz minderler boyuna olarak, yan yana diziliyor, herkese bir yastık ve battaniye veriliyor. Pijamaları giydik, battaniyelerin altındayız. Oda bir anda 10 kişilik koğuşa dönüyor. Hekime sürekli fotoğrafımızı çekiyor. İnanılmaz keyifli ve mutluyuz.
Onca yol, hava değişimi, olumsuz yolculuk koşulları, yetersiz uyku… Hiç birimizde yorgunluk emaresi yok. Hiç birimiz anı kaçırmak istemiyoruz, onları anlamak, hissetmek, derman olabilmek istiyoruz onca imkansızlığa rağmen.
Kahvaltı sonrası Hülya, Miray ve Damla’nın çocuklarla atölye çalışmalarını müteakip, köyün genç kızlarıyla drama çalışması yapmak için toplanıyoruz.
Drama çalışması oldukça duygusal geçiyor. Acıdan, hüzünden, yastan çıkmak istemeyen hatta buradan beslenen, bunu bir elbise gibi, kimlik gibi giymeyi seçen Gülyazı Köyü genç kızlarını anlamaya çalışıyoruz. Aslında bütün ailelerde, devlete ve sisteme karşı duydukları haklı öfkenin yanı sıra, kendilerine bile itiraf edemedikleri derin suçluluk duygusunu hissediyorsunuz. Yoksulluğun, ihtiyaçların neden olduğu, genç bir ölümün yarattığı suçluluk duygusu. Şüphesiz ki baş edilmesi en zor olan duygulardan biri.
Öğle yemeğinden sonra dağılmış olan psikolojimizi toparlamak için bir araya gelmemiz gerektiğini söylüyor Damla ve Miray. İki ara bir derede atölye çalışması yapılan yere gidip kapıyoruz kapıları, altı kişi bir tur bile konuşamadan kapı açılıyor, neyse ki bu kadarlık bir paylaşım bile yeterli oluyor, hepimizin aynı duygu durumunda olduğumuzu anlamamız iyi geliyor sanırım. Atölyeden çıkıp köy meydanında Roboskili çocukların fotoğraf atölyesi için çekip kitaplaştırdıkları fotoğraf sergisini geziyoruz. Fotoğraflar çekiyoruz, sohbet ediyoruz. Saat 15.45 Roboski’de güneş batıyor.
Bodrum’da tanıştığımız Emine Encü’nün kocası Abdurrahman Encü bizi bir an yalnız bırakmıyor,
“Bizde yemek yiyeceksiniz, bizde yatacaksınız,” diyor başka bir şey demiyor. Yemek yiyeli de  henüz 2 saat olmuş. ” Haydi gidiyoruz,” deyip duruyor. “Yemek yeriz ama kalmayız,” diye direniyoruz.
Emine’nin evindeyiz. Emine 8 aylık hamile, dünya güzeli bir kadın. En az kendisi kadar güzel çocukları var. Gene minderlerin sıralı olduğu bir odaya girip oturuyoruz. TV’de gene Roboski’ye ait görüntüler dönüyor. Komşu kadınlar da geliyor oturmaya. Kadınlardan biri TV’de o esnada gösterilen toprağın altından çekerek çıkartılmaya çalışılan cesede bakarak, “Benim oğlum da bunun altından çıktı” diyor sakince.
Vicdansızca bu görüntüleri sürekli yayınlayan TV’lerin sapkın amaçlarını anlayabiliyor insan, ama acılı anne babaların bu kanalları sürekli izleyerek hem kendilerine, en fazla da çocuklarına nasıl inanılmaz zararlar verdiklerini anlayabilmek çok zor.
Oda kalabalık herkes bir ağızdan konuşuyor, hiçbir sözcüğü seçemiyorum, yüzüm düştü, “susuuun,” diye bağırmak istiyorum, Canset durumumdan endişeli (!) TV’de görüntüler dönüyor hala. Emine’nin çocukları ile fotoğraflar çekiyoruz. Yemek hazır diyor evin kızı, yan odaya geçiyoruz. Gene minderler ve yer sofrası, harika yemekler. Çok tokuz ama yiyiyoruz J
Yemekleri yapan Emine’nin kayınvalidesi. Çok güzel kınalı saçlı bir Kürt kadını, sarılıyorum ona… O Türkçe bilmiyor, ben de Kürtçe. Ama biliyorum ki yürek yüreğe değince aynı dili konuşmak gerekmiyor. Anlaşıyoruz.
Vedalaşıp ayrılıyoruz. Köy meydanında kocaman bir ateş yakmış gençler onlara katılıyoruz biraz. Sonra hep beraber evimize gidiyoruz. “Evimiz” duygusunu bize yaşatan sanırım Semire’nin  suskun, sıcak, vakur, kadın duruşu… Gene çaylar yapılıyor, gelen giden yok, aile içi bir sohbet yaşıyoruz o gece… sıcak sımsıcak. Erken yatmalıyız yarın 28 Aralık ağır bir gün bizi bekliyor.
Sabah bir türlü uyanamayan Nimet’i battaniyesi ile dertop edip bir kenara yatırdıktan sonra kahvaltı hazırlığına giriyoruz… her şey çok süratle yapılıyor bu gün. Pencere ve perde açık, oda havalansın diye. Perdeyi kapatmaya gerek yok çünkü karşısı dağlık, evin önünden arada geçen var ama pencere yüksek. Ben de bu güvenle perdenin açık olmasına aldırmadan hızlıca hazırlanabilmek için yatarken giydiğim giysileri çıkarıyorum. Hani on kişinin içinde ne kadar soyunabilirsem o kadar. Canset’te perde fobisi var, gören duyan oturduğu evde perdeler sımsıkı kapalı oturuyor sanır, panikle perdeyi kapatıyor, yetmiyor ciyaklıyor(!) Figan’da ise muzur bir ifadeyle Canset’i destekleyen bir hal görüyorumJ
Mezarlık köye yaklaşık 2 km uzakta, yol balçık çamur. Zorlukla yürüyoruz. Köyün gençleri alışık bu çamurda yürümeye. Kızlar kol kola girmişler simsiyah giysileri içinde slogan atarak yürüyorlar önümüz sıra. Törene dışardan gelen arabaları durdurup biniyoruz, ancak indikten sonra bile inanılmaz bir tepeye tırmanmak gerekiyor mezarlığa ulaşmak için.
Mezarlıktayız. Kız çocuklarının giysileri renkli olan tek şey. Bir de bizim giysilerimiz. Yedi kız çocuğu Canset’le benim elimi bırakmıyorlar bir türlü. Hekime’nin arkadaşları hepsi. Bizimle birlikte çok eğleniyorlar, mutlular ve dokunulmaya çok ihtiyaçları var gibi. Pembe anorağı ile Cennet, masum bakışıyla bir güneş gibi yakıyor insanın yüreğini. Matemdeki annelerin dışındaki tüm kadınlar yöresel giysilerini giymişler rengarenk.
BDP ve HDP Eş Başkan’larının da gelmesi ve yapılan konuşmalar sonrasında dönüş yoluna koyuluyoruz. Gülyazı Köyü’nde yaşıyan insanları devletin her kademesi unutmuş. Belediye’nin hiçbir hizmeti yok, ama bunun yanı sıra köylü de talepkar değil anlaşılan.  Yanımızdaki çocukların hepsini durdurduğumuz küçük bir kamyonetin arkasına bindiriyoruz, bizler de diğer arabalara rica minnet biniyoruz. Köy meydanı inanılmaz kalabalık. Yakın bir geçmişte kalp krizi geçirmiş ve oraya gelmesi bile büyük risk taşıyan HDP Eşbaşkanı Ertuğrul Kürkçü’nün, “Roboski'nin katillerine hesap soracak namuslu bir asker bekliyoruz.” sözleri ile çınlıyor ortalık.
Birazdan aralıksız tekrarlanan bir ambulans anonsu. Kürkçü’ye mi bir şey oldu derken gene bir Encü. Bu sefer bir anne, Miran Encü kalp krizi geçiriyor ve hastanede hayatını kaybediyor.
Şırnak’tan gelen araçlarda boş yer araştırması yapıyor arkadaşlar. Bölgeden ayrılışımız ayın 30’unda. Bu akşam Diyarbakır’a gidersek bir bütün günü Diyarbakır’da geçirmek istiyoruz. Haber geliyor, bavullarımız hazır ama vedalaşma, ev halkıyla fotoğraf çekme faslı biraz uzadığından bizi bekleyen araçtaki yolcular epey sinirli, hemen hepsi de kadın. Araca vardığımızda bizi öfkeyle karşılıyorlar, ne dediklerini anlamıyoruz ama beden dilleri ve tonlamaları çok şey anlatıyor.
Ben gene en öndeki tek kişilik kırık bir koltukta, araba fren yapsa ön camdan fırlayacak biçimde, diz dize oturuyorum şoförle. Araç midibüs. Tam ensemde kucak kucağa oturmuş üç Kürt kadını. Araç hareket eder etmez kulağımın dibinde çekilen bir zılgıt ile zıplıyorum. Zılgıta bütün kadınların katılımıyla gerginlik bitiyor. Bizler de el çırparak katılıyoruz. Fakat kimse susmak bilmiyor, oldukça yorgunuz. Sonra, bir kişinin söyleyip, diğerlerinin topluca tekrar ettikleri  şarkı, ya da and gibi bir şey söylemeye başlıyorlar Türkçe. Ürperiyorum!
Geldiğim bölgede hep mücadele ettiğim milliyetçiliğe çarpıyorum. Bu sefer azınlıkta olan benim.  Bunun ne demek olduğunu bu güne kadar hep empati yoluyla anlamaya çalışmışken, bu kez bizzat yaşıyorum. Hedef, kesinlikle araçtaki bizler değil, ama bu neyi değiştirir. Öğrenilmiş kibri, öğrenilmiş aşağılamayı yaşıyorum “Varlığım Türk Varlığına Armağan Olsun” sözünü hatırlayarak. 
Şoför ağrı kesici almış ama fayda yok, baş ağrısından kıvranıyor. Kadınlar sürekli bir şey söylüyorlar şoföre, ilginç olan hepsi aynı anda söylüyor ve sesleri çok TİZ. Nimet bir ağrı kesici daha veriyor adama. “Bu kadınlar beni öldürecek,” diyor şoför. Hangi arada yaptığını bilemediğim bir çatkı var başında, sıktıkça sıkıyor. Yaklaşık 3- 4 saatlik bir yoldan sonra Şırnak’tayız. Hemen kalkmakta olan Diyarbakır otobüsüne biniyoruz. Hepimizin üstünden kurumuş çamur dökülüyor. Otobüsün arka tarafına geçiyoruz herkes bir koltuğa seriliyor, otobüs boş sayılır. Sürekli bir şey istiyoruz muavinden…aynı anda değil, ara ara… ne istesek yok, ceza gibi adeta. Birazdan gençten bir adam geliyor, çevremizde sürekli ve uzaydan gelmişiz gibi bizleri inceliyor, özellikle de Damla’ya bakışları çok ilginç. Nereli olduğumuzu ve burada ne aradığımızı soruyor. “Altın arıyoruz” desek inanacak cinsten. Roboski’den geldiğimizi söylüyor Nimet. Ön tarafta oturan insanlar sempati ile arkaya dönerken, aracın “sahibi” olduğunu söyleyen bu genç adam,” Rojova’da ne işiniz var, niye gittiniz oraya, ne iş yapıyorsunuz,” diyor. Nimet sabırla, “Roboski” diyor, “Roboski Yani Uludere.” ancak anlıyor genç adam. Seviyorum kendimizi J
Diyarbakır’da bizi BDP İl Başkan Yardımcısı Şemsettin Bey karşılıyor ve bizleri evlerde konuk etmek istediklerini söylüyor. Rahatsızlık vermek istemediğimiz için bu sıcak daveti geri çeviriyoruz. Bizi kalacağımız otele götürüyor. Otelde yaptığımız başarılı pazarlıktan memnun bir halde odalarımıza çıkıyoruz ama onca yorgunluktan ve yolculuktan sonra yatmayı kimse düşünmüyor, hemen lobiye inip seriliyoruz. Yan taraftan çorba istiyoruz. Çay ve özlediğimiz Türk kahvesi. Ertesi gün Pazar. Hasan Paşa’da kahvaltı hayaliyle yatıyoruz.
Kaç çeşit olduğunu sayamadığım peynirler, tereyağ, bal, kaymak, kavurmalı yumurta, zeytin, domates ve yöreye ait çeşitlemelerle dolu muhteşem bir kahvaltı. Yer; Hasanpaşa Han / Mustafa’nın yeri. Kahvaltı sonrası avluda KAMER’in yerinde oturup Türk kahvesi söylüyoruz.  Sohbet ve fal faslı gibi kadınca şeylere ihtiyaç duyduğumuz çok açık. Ciddi hiçbir şey konuşmama konusunda sanki sözleşmişiz.
Saat 17.00’de BDP İl Merkezinde randevumuz var. İl başkanı ve kadın arkadaşlarla tanışıyoruz keyifli bir sohbetten sonra birlikte fotoğraflar çekip vedalaşıyoruz.
Yemek için gittiğimiz restoranda dürüm ciğerden gayrı hiçbir şey yok. Çorba bile. Gene açım LLL
Otele dönüşte inanılmaz bir aç gözlülükle tatlı çeşitlerinden bir paket yaptırıyoruz. Yolculuk boyunca aynı zamanda aynı şeyleri istiyor olmamız keyfimizi pekiştiren bir durum.
Dürüm ciğer hariç JJJ
Bizim için çay demliyorlar otelde kimsenin bizi rahatsız etmeyeceği bir bölümde geç vakitlere kadar sohbet ediyoruz. Son gecemiz. Bir birimizin mail adreslerini ve telefon numaralarını kaydediyoruz. Duygu paylaşımları yaparken saatin kaç olduğunu unutuyoruz gene.
Bodrum grubu dört arkadaş sabah kahvaltı sonrası ayrılacak Diyarbakır’dan. Ben ve Canset  İstanbul’a gideceğiz 14.45 uçağı ile. Hülya daha geç bir vakitte Ankara’ya uçacak. Sabah ziyaretimize Bağlar Belediye Başkanı Yüksel Baran geliyor. Ondan, o gün Diyarbakır Rojova Parkı’nda Roboski Anıtı’nın açılışı olduğunu ve bu açılışı annelerin yapacağını öğrendiğimizde inanılmaz heyecanlanıyoruz, hem açılışı izlemek, hem de anneleri bir kez daha görmek hiç hesapta olmayan bir şey. Açılış saat 13.00’te. Yüksel Hanım, “Katılmak istiyorsanız size araç gönderirim, açılış sonrası da sizi alana bırakır,” diyor. Canset’le birlikte atlıyoruz hemen bu teklife.
Şimdi sıra Bodrum ekibini yolcu etmekte. Arkalarından dökmek için elimde bir bardak su ile lobiye iniyorum, taksi kapıda. “Olmaz otelci döksün siz de aramızda olun, diyor Figan. “Bir dahaki sefere sizi burada bekliyor olacağız,” diyorum, kucaklaşıyoruz.
Saat tam 13.00’te Rojova Parkı’ndayız. Basın ve TV ordusu dolmuş parka ama Türkiye’den İMC Televizyonu hariç kimseleri göremiyoruz. Anneler geliyor. BDP milletvekili ve Diyarbakır Belediye Başkan Adayı Gülten Kışanak yanlarında.  Kürtçe ve Türkçe konuşmalar yapılıyor.
Anneler adına Semire Encü konuşuyor. Kürtçe.
Semire’ye kenetlenmişim. Neden bilmem inanılmaz gurur duyuyorum onu izlerken, sürekli fotoğrafını çekiyorum..
Hiçbir şey anlamıyorum konuşmasından, ama çok şey anlıyorum. Kimin yazdığını ya da söylediğini hatırlamadığım şu sözcükler geliyor aklıma, “Ancak acı çeken bir halkın dili, dinleyeni anlamasa da bu kadar yaralayabilir."
Yola çıkarken yaşadığım coşku ve heyecan, bilinmezliğin merakını taşıyordu aslında.
Ancak, Roboski'deki gerçeklik, şahit olduklarımız, dokunduklarımız Kürt Halkı’nın bizimle, sadece yasalar önünde değil, hiçbir alanda eşit olmasına izin verilmediğinin altını çiziyordu.
Batıda değil de bu coğrafyada doğsaydım nasıl bir hayatım olurduyu düşünürken, parçası olmadığım bu eşitsizlikten payıma düşen ayıpla, bu kez onlarla birlikte, onların koşullarını bizzat yaşayarak, yüzleştim.
Bu adaletsizliği yüreğimin derinliklerinde hissederken, benim yaşadıklarımın da onlar tarafından anlaşılabilmesini çok isterdim.
İlk akşam kadınlarla sohbetimizde bir genç kız, “Bu katliamı yaşayana kadar, bizim Maraş Katliamı gibi şeylerden haberimiz yoktu,” demişti. Maraş’ta ölenlerin Alevi olmasında bu habersizliğin(!) ne kadar payı var bilemem ama İstanbul’da yaşayıp, Roboski’de öldürülen Kürt gençlerinden habersiz, ya da duyarsız olmakla ne farkı var diye düşünmeden edememiştim.
Okumakla, dokunmanın / anlamakla, yaşamanın farkını gösteren bu yolculukta tanıdığım herkese,
Gülyazı Köyü’nün tüm kadınlarına, genç kızlarına, masum gülüşleri ve aydınlık yüzleriyle onca yoksulluk ve yoksunluğa rağmen gülümseyen muhteşem çocuklarına,
Hekime’ye, Cennet’e, Nusret’e
Kaybettiğimiz değerlerle beni yüzleştiren Kürt Halkına, ”Başım gözüm üstüne.”
Ve sevgili yol arkadaşlarım; yaşadığımız ve paylaştığımız her duygu ve biriktirdiğimiz anılar için, “Başım gözüm üstüne.”