Yaklaşık iki ay önce, biri hayatını benimle
paylaşan iki değerli arkadaşım, katliamın ikinci yıldönümünde yapılacak
anmalarda bulunmak üzere Şırnak’a gitmeye karar verdi. Bu duyarlılıklarını
desteklemek için elimden geleni yapmaya çalıştım.
Aşağıda arkadaşlarımın anıları bulacaksınız. Yazlarının
yanı sıra gezileri sırasında bana gönderdiği bazı görüntüleri de buraya aldım.
Bu fotoğraflar beni 1.000 kilometre ötedeki geziye kattı.
Yedeksubaylığını katliamın yapıldığı yerden
birkaç yüz kilometre batıda, 47 yıl önce Suriye sınırında “kaçakçılığı men ve
takip göreviyle” yapmış biri olarak sınır olaylarına yabancı değilim. Ancak
devlet bürokrasisinin 34 yurttaşın katletmesinin hesabının sorulması için
hiçbir şey yapmaması ve hatta olay yerine bir savcı bile gönderilmemesi ayrıca
hesap sorulması gereken bir olaydır. Bu korkunç katliamın çözümlenmesi,
suçluların cezalandırılması, bombalarla yok edilen insanların ailelerinin
acılarının biraz olsun dindirilmesine küçücük bir katkı olması dileğimle…
Roboski yolcuları havaalanında
Şırnak yolunda...
Kontrol noktasında arama tarama (Sahi, Yalova-Balıkesir yolunda neden hiç kontrol noktası yok?!)
Şırnak'tan görüntüler
Gülyazı köyünde Ahmet ve Semire Encü'nün tek odalı evinde yatma saati
Fotoğraf çekmeyi öğrenen çocuklar fotoğraflarının sergilendiği yerde albümleriyle...
Köy hayatı
Orada güneş 15:45'te batıyor
Gece ateş başında...
Canset, evin küçük kızı Hekime'yle...
28 Aralık 2013: Kalabalık halk topluluğu mezarlığın yer aldığı tepeye yürürken
Evinde kaldıkları Semire Encü oğlunun mezarı başında Anma toplantısından görüntüler Şırnak'tan Diyarbakır'a
Diyarbakır'da açılan Roboski Katliamı Anıtı
|
GECİKMİŞ BİR YÜZLEŞME Canset Big Aksel
Geçtiğimiz yıl eylül ayında Bodrum Kadın Dayanışma Derneği Roboskili kadınlarla bir yüzleşme toplantısı düzenledi. Her toplantıya gidebilen biri değilim. Ancak o sırada arkadaşım Altıok’un da burada olması itici gücüm oldu.
Geçtiğimiz yıl eylül ayında Bodrum Kadın Dayanışma Derneği Roboskili kadınlarla bir yüzleşme toplantısı düzenledi. Her toplantıya gidebilen biri değilim. Ancak o sırada arkadaşım Altıok’un da burada olması itici gücüm oldu.
Çok farklı politik görüşlerde onlarla kadın toplandık. Eylül
ayının o gününde biz Bodrum’da yaşayan kadınlar rahat kıyafetlerimizle
sandalyelere dizildiğimizde karşımızda baştan aşağı karalar içinde dört kadın
vardı. Kucaklarında birer çerçeve içinde genç delikanlıların fotoğraflarına
tutunmuş öylece oturuyorlardı.
Toplantı başladığında bir kadın Roboskili annelerle nasıl
ilişki kurduğunu ve kendisini onlarla irtibat kurmaya iten nedeni anlattı:
Televizyonda Roboski’ye yakın bir yerde devrilen araçları nedeniyle yaralanan
askerlerin yardımına ilk koşan katliamda çocuklarını yitiren köylülerdi. Gene
katliamda çocuğunu kaybetmiş bir anayı traktörde yaralı askerlerden birini
kucağına yatırmış halde hastaneye giderken görmüştü. Ne yapmış etmiş onlara
ulaşacak bir telefon numarası bulmuş ve telefonda da olsa onların acısını
paylaşmaya çalışmıştı. Telefonda süren arkadaşlıkları sonrası onlarla ilk kez
karşılaşıyordu. O kadın kanımı donduran şu sözcüklerle konuşmasını tamamladı.
“Muhsin Yazıcı’ya ne kadar ağladıysam bu çocuklara da öyle yandım.”
Derken misafirlerimiz kendilerini tanıtarak yaşadıklarını ve
şu anda içinde bulundukları durumu anlattılar. Dupduru sözcüklerle anlatılan o
acıları dinlerken bütün direnmemize rağmen salonda ağlamayan bir kişi kalmadı.
Gözüm tam karşımda oturan arkadaşa takıldığında boynundan yüzüne kadar
kıpkırmızı olduğunu görünce korkup onu dışarı çıkardığımda tansiyonunun
çıktığını ama ilaç aldığını merak etmememi söyledi. Demem o ki hepimiz çaresizlik ve acı
içindeydik.
Derken katliamdan sonra evlenmiş, yani karalarla bir evden
diğer eve geçmiş genç kadın dedi ki, “Bizim eşimle konuşabildiğimiz tek şey
kardeşlerimiz. Onlarla yaşıyoruz. Akşam oluyor karşılıklı oturuyoruz. O
kardeşini anlatıp ağlıyor, ben kardeşimi anlatıp ağlıyorum. Bizi teselli edecek
kimse yok. Çünkü neredeyse her evden
cenaze çıktı. Herkes bir yakınını kaybetti, herkes acılı. Bir karanlığa
gömüldük, bizi bu karanlığımızda bırakmayın, bizi yalnız bırakmayın.”
Annemi babamı düşündüm. Genel geçer söyleyişle onlarınki
sıralı ölüm. Önce annemi üç ay sonra babamı kaybettim. Hâlâ acıyla baş etmekte
zorlanıyorum. Hiç beklenmedik bir şekilde ‘ambulans şimdi gelir kurtulur’ diye
umutla beklerken fidan gibi oğlunun kollarında can vermesi ne menem bir
şeydir, düşünemiyorum bile. İçimi
çaresizlik dolu bir öfke kaplıyor. Onların sürekli sordukları soru içimde çığ
gibi büyüyor. Neden?
Toplantı sonrası eve döndüğümüzde artık aynı ben değilim.
Altıok’la bir birimize söz veriyoruz. Roboski’ye gideceğiz.
İşte aşağıda okuyacağınız Altıok’un kaleme aldığı “Başım Gözüm
Üstüne”nin yolculuğu böyle başladı. Ben Roboski’ye yolculuğumuzu, insanlarını,
duygularımı yazmayacağım. Arkadaşım bire bir paylaştığım duygularıyla birlikte
her şeyi çok güzel dile getirmiş.
Sadece aklımın gerçekten almadığı bir şeyi sormak istiyorum:
Bir iç savaşta devlet, kendinden yana olan bir köyde, bir korucu köyünde, korucular
askerle birlikte gerilla peşinde koşarken hangi akla hizmet o korucunun
çocuğunu bombalar?
Roboski
adını ilk defa 30 Aralık 2011 sabahı Açık Radyo'daki Açık Gazete programında
Ömer Madra'dan duydum.
O yıl,
ülkenin en uç sınır bölgesinde onca acı ve yas varken, onca ağıt yakılıyorken,
görmeyen, duymayan, hissetmeyen bir topluma nasıl dönüştüğümüzü düşündüren bir
yılbaşı yaşadık.
Bu kadar
duyarsız olmamızın sebebi, ölenlerin Kürt olmasıydı şüphesiz.
Yeni
Şafak’tan Hürriyet’e, Zaman’dan Sabah Gazetesi’ne kadar hepsi olayı kınarken; SÖZCÜ gazetesi “Silah taşıyorlardı”
manşeti ile ülke genelinin yılbaşı coşkusundaki utanmazlığına gerekçe oluyordu
adeta.
Ben, etnik kimlik olarak hiç “öteki”
olmadım ülkemde. Belki de bu nedenle “öteki”yle “ötekileşme”yle geç tanıştım.
Bu tanışıklıkla birlikte kendimle, ötekileştirenle, çoğunluktaki sesle
didişmem, hesaplaşmam hiç bitmedi.
Eylül
2013’te Bodrum Kadın Dayanışma Derneği’nin (BKDD) düzenlediği Kadın Yüzleşmesi
Programı’nda tanıdığım Roboskili dört kadın, bana arzuladığım Roboski’nin
yolunu açtı.
Güneydoğu’ya
yaptığım onca yolculuğa rağmen Roboski’de yöre insanına dokunabileceğim ve
onların koşullarında onlarla yaşayacağım için inanılmaz heyecanlıydım. Ekibimiz
ikisi psikolog olan toplam altı kadındı.
Şırnak
havaalanına Canset’le birlikte indiğimizde etrafımızı saran Cizreli
taksicilerin 20km’lik mesafeye 100 TL istemeleri karşısındaki şaşkın halimizi
gören alan güvenlik görevlisi, bizim
Roboski anmasına geldiğimizi öğrendiğinde, “Bekleyin yeğenim kendi
aracı ile sizi Cizre’ye götürür, oradan
Şırnak arabasına binersiniz,” dedi.
Puşili iki
yakışıklı kürt genci bavullarımızı aldıklarında, biz araca çoktan binmiştik
bile. Bu günden baktığımda hiç tanımadığımız insanların aracına, üstelik de
tehlikeli (!) olduğu söylenen bir bölgede tereddüt dahi duymadan binmemizin
temelindeki duygu ne olabilirdi?
Cizre’de bu
iki genç adama, teşekkür edip ayrılırken Roboski anmasına gelmiş olmamıza
duydukları şükran duygusunu üç sözcükle ifade ettiler, “Başım gözüm üstüne.”
Bir çay
evinde çay, simit, kahve keyfi yapıp sadece 9 TL ödedikten sonra Cizre
sokaklarını turlayarak Şırnak aracına kendimizi atıyoruz. En önde şoförün
yanında tek kişilik koltukta oturuyorum fotoğraf çekebilmek için. Hemen, “Roboski’ye
mi hocam?” Sorusu geliyor, arkasından da inanılmaz bir sahiplenme ve sevgi
yumağı. Yollar geniş ama çok bozuk. Kato, Cudi, Gabar Dağı eteklerinde
kıvrılarak yol alırken, solumuzda Dicle Nehri de bize eşlik ediyor. Her Şırnak
kilometre tabelasının önünde sarsılmadan fotoğraf çekebilmem için şoförün
yavaşlaması otobüste şakalaşmalara yol açıyor. Şırnak şehir girişinde yöreye
jandarma bakıyor olsa da polis yolu kesiyor. Ellerinde kalaşnikoflu polisler
sarıyor etrafımızı, iniyoruz araçtan. 12 Eylül’den bu yana, batıda unuttuğumuz
bu görüntüler orada yaşayanlar için sıradan. Bagajlar açılıyor, kimlikler
toplanıyor. Sonra yola devam.
Şırnak’tayız.
Öğretmen Evi’nin önü yolcu inip binme yeri olan bir meydan aslında. Şoför
bavullarımızı kaptığı gibi otobüs yazıhanesine götürüyor, istediğiniz gibi
gezin diyor. Teşekkür edip, vedalaşıyoruz. Cevap, “Başım gözüm üstüne.”
15 dakikada
caddeyi turlayıp araçtan indiğimiz noktaya geliyoruz. Dağılmakta olan sakin bir
kalabalık var.
-Ne oldu burada? diye
soruyorum.
-Biri vuruldu, diyor bir
çocuk. Ne silah sesi duyduk, ne siren. Namus cinayeti. Ölü de yok ortada,
öldüren de. Herkes yerine varmış bile 10 dakikada. Telaşsız, sakin, olağan!
Bodrum’dan
gelecek arkadaşlar Ankara aktarmalı gelecekler ve Şırnak’ta buluşup yola devam
edeceğiz. Bu nedenle Öğretmen Evi’ne uzunca bir zaman oturmak üzere kamp
kuruyoruz. Bütün yemekler zehir gibi acı. Nihayet beklediğimiz telefon geliyor
arkadaşlarımız Şırnak’a yaklaşmış toparlanıyoruz, hesap istiyorum bu arada.
Dağıldığımız masalardaki eşyaları toplarken bir genç; “Hocam Roboski’ye mi
geldiniz? diyor. “Evet “ diyorum. “28’inde köyde görüşürüz, “
diyor. “Tamam,” diyorum.
Garson
sesleniyor “Hocam hesabınız ödendi.” Canset’le bir birimize bakıyoruz.
Bu şükran duygusu bizi eziyor adeta.
Hesabımızı
ödeyen genci takip ediyoruz teşekkür etmek için, çalıştığı mağazaya giriyoruz.
Kendisi yok, bu kez ağbisine yakalanıyoruz
kahve içmeden bırakmıyor bizi.
Öğretmen
Evi’nin karşısında Atatürk anıtının olduğu Atatürk Parkı var. Önü küçük bir
meydan. Meydan dediysem Taksim meydanı falan sanmayın, olsa olsa Beşiktaş’taki
Barbaros Anıtı’nın bulunduğu alan olabilir. Adı Cumhuriyet Meydanı. Devamı olan cadde Zübeyde
Hanım Caddesi. İşte tam bu
küçücük Cumhuriyet Meydanı’nda Figan, Nimet, Miray ve Damla ile buluşuyoruz.
Onlar yorgun ama biz, gün boyu yaşadığımız bu sevgi ve minnet duygusunu büyük
bir coşkuyla paylaşıyoruz. Koltukları kırık bir minibüsle Diyarbakır ve
İstanbul’dan gelen başka konuklarla birlikte 3- 4 saate varan zorlu bir
yolculuktan sonra Gülyazı köyüne varıyoruz.
Kalacağımız
ev Bodrum’da tanıdığımız Semire Encü’nün evi. Semire ve kocası Ahmet Encü’nün;
Selam, Haşim, Bilal, Sevda, Nevruz ve Hekime olmak üzere 6 çocukları var. Selam
Encü ailenin katliamda ölen çocuğu.
Selam’ın ve
diğerlerinin neden kaçağa gittiğini anlamamakta ısrar edenlere güzel bir
göndermedir aşağıdaki satırlar:
“İki yıllık
inşaat bölümünü bitirmiş, inşaat mühendisliğine geçiş için sınava
hazırlanıyordum. Sınava giriş parası istediğimde babam "biraz
beklememi" söylemişti; bu söz yokluğun diğer adıdır Roboskî'de ve bu sözü
duyan her evlat gibi ben de babama kaçağa gitmem için müsaade etmesini söyledim.
Daha önce hiç kaçağa gitmemiştim, babam direndi, göndermek istemedi. Çok ısrar
edince çaresiz gönderdi... Yoldayken 40 lira için beni bu karda kışta
kıyamette, kelle koltukta bu sefere çıkaran düzene her nefesimde lanet ettim Bu
ilk kaçağımdı, sonum oldu! “ (http://www.bianet.org/bianet/diger/136544-ben-selam-encuyum)
Minibüsten indiğimiz yer eve 20 metre
mesafede. Ev halkı bizi coşkuyla karşılıyor, bavullarımızı kapıyorlar hemen.
Buzlu ve çamurlu yoldan düşmemeye çalışarak eve varıyoruz. Halı ve kilim
serilmiş, çepeçevre minderlerle kaplı büyücek bir odaya giriyoruz, köşede bir
sehpa üzerindeki televizyonda Kürtçe
yayın yapan sınır ötesi kanallardan biri açık. Katliam görüntüleri dönüyor
ekranda. Ve karşımızda Bodrum’daki yüzleşme toplantısında tanıdığımız Hülya
Tarman. Hülya ile bir muhabbetimiz yok henüz, ama nedendir bilmem batıdan
tanıdığım birinin karşılayanlar arasında olması bana iyi geliyor. Oturuyoruz
minderlere…
Heyecanım dorukta… Sınırdayız, az ötesi
Irak.
Hoş geldin faslından hemen sonra
oturduğumuz minderlerin önüne boydan boya muşamba seriliyor ve inanılmaz bir
hız ile o muşambanın üzeri özenle hazırlanmış yemeklerle donatılıyor. Her şey çok lezzetli. Yemek faslının
bitmesiyle birlikte yer sofrası nasıl toplanıyor anlamıyoruz bile.
Köyün kadınları ve genç kızları
geliyorlar hoş geldin demek için bize. Getirilen hediyeleri tasnif etmek için
bavullar dökülüyor ortaya eşyalar tasnif ediliyor, oyuncaklar da. Evin en küçük
kızı Hekime’nin algısı ve farkındalığı çok yüksek. Çocuk yaştaki bu travması,
annenin o acılı beden dili ve vakur duruşu, ablalarının öfkesi, ağbilerinin
sevecenliği. Hekime’nin çok fazla farkında olduğu şeyler. Hemen kapıyor
oyuncaklar arasından mini orgu ve çalmaya başlıyor Canset’le birlikte.
Nusret Encü köyün çocuklarından. Narin
bir çocuk. Bir mont buluyoruz gelen hediyelerden. Kolları uzun, kıvırıyoruz, “Seneye
de giyersin” diyorum… Küçükken bana bir giysi ya da ayakkabı alınırken söylenen bu sözü hatırlıyorum
gayrı ihtiyari, ama sonrasında utanıyorum söylediğime. Nusret, “Ayakkabı
var mıdır bana göre?” diyor. Olmadığını göre göre. “Yok”
demek çok zor geliyor. İnsan işitiyor olduğuna kahreder mi hiç!
Gelen giysiler içerisinden bir bikini
üstü ve bele kadar dekolte bir buluz çıkıyor. Canset’le ne yapacağımızı şaşırıp
bakışıyoruz. Batının bu acımasız züppeliğini Figan çaktırmadan sobaya atarak
hallediyor…
Erkekleri gönderiyoruz, sobada fokurduyan
çaydanlıktan çaylarımız dolduruluyor ve sırayla herkes kendisini tanıtarak o
anki duygularını anlatmaya başlıyor.
En fazla hissedilen duygu, Öfke.
“Ben 34 kişinin annesiyim,” diyor henüz 40 yaşında bembeyaz
saçlarıyla dimdik duran Semire Encü.
“Abimin kardeşiyim” diye tanıtıyor kendisini Nevruz.
“Abimi çok özledim” diyor diğer kardeş Sevda.
Kardeşimi hatırlıyorum birden.
Ürperiyorum.
Roboski’nin romanını yazacak genç kızları
tanıyoruz. Hülya katliam sonrası çocuklarla ve kadınlarla çalışmalar yapan
gönüllü bir psikolog. Köylünün güvendiği, inandığı, gönül verdiği bir insan.
Ankara’da yaşıyor ama tüm olumsuz sağlık koşullarına rağmen sıklıkla Roboski’ye
gidip çalışmalarını sürdürüyor.
Encülerin daha önce yaşadıkları köy
Devlet tarafından boşaltılmış ve bu köye yerleşmeleri öngörülmüş. Tarım ve
hayvancılık yapma koşulu yok. Geçim kaynağı olmadığı için Devlet koruculuk
yaptırarak kendisine mahkum kılmaya devam etmiş köyün erkeklerini. En önemli
mal varlıkları Katır. Yörede devlet onaylı ve destekli dededen kalma kaçakçılık
diğer gelir kaynağı.
Köyün adı Gülyazı. Kürtçe adı Beju.
Hemen yanındaki köy Ortasu. Kürtçe adı Roboski.
Bütün bu köylerin bağlı olduğu Uludere Şırnak’ın kazası. Kürtçe adı Qılaban.
Katliam sonrası köyün bütün erkekleri, “Size
yıllardır koruculuk yapıyoruz siz ise çocuklarımızı öldürdünüz” deyip
istifa ediyorlar. İstifalardan sadece ikisi kabul ediliyor. Biri Semire
Encü’nün kocası Ahmet Encü. İlginç olanı o iki kişinin istifaları kabul edilmiş
olsa bile maaşları hala ödenmeye devam ediyor. Köylü de kaçağa gitmeye devam
ediyor.
Yaşamak için başka koşulları yok.
Herkes evine gidiyor, nasıl ve nerede
yatacağımıza dair hiçbir fikrim yok, düşünmedim de bunu. Birden hepimiz
kalkıyoruz, oturduğumuz minderler boyuna olarak, yan yana diziliyor, herkese
bir yastık ve battaniye veriliyor. Pijamaları giydik, battaniyelerin
altındayız. Oda bir anda 10 kişilik koğuşa dönüyor. Hekime sürekli
fotoğrafımızı çekiyor. İnanılmaz keyifli ve mutluyuz.
Onca yol, hava değişimi, olumsuz yolculuk
koşulları, yetersiz uyku… Hiç birimizde yorgunluk emaresi yok. Hiç birimiz anı kaçırmak istemiyoruz, onları anlamak,
hissetmek, derman olabilmek istiyoruz onca imkansızlığa rağmen.
Kahvaltı sonrası Hülya, Miray ve
Damla’nın çocuklarla atölye çalışmalarını müteakip, köyün genç kızlarıyla drama
çalışması yapmak için toplanıyoruz.
Drama çalışması oldukça duygusal geçiyor.
Acıdan, hüzünden, yastan çıkmak istemeyen hatta buradan beslenen, bunu bir
elbise gibi, kimlik gibi giymeyi seçen Gülyazı Köyü genç kızlarını anlamaya
çalışıyoruz. Aslında bütün ailelerde, devlete ve sisteme karşı duydukları haklı
öfkenin yanı sıra, kendilerine bile itiraf edemedikleri derin suçluluk
duygusunu hissediyorsunuz. Yoksulluğun, ihtiyaçların neden olduğu, genç bir
ölümün yarattığı suçluluk duygusu. Şüphesiz ki baş edilmesi en zor olan
duygulardan biri.
Öğle yemeğinden sonra dağılmış olan
psikolojimizi toparlamak için bir araya gelmemiz gerektiğini söylüyor Damla ve
Miray. İki ara bir derede atölye çalışması yapılan yere gidip kapıyoruz
kapıları, altı kişi bir tur bile konuşamadan kapı açılıyor, neyse ki bu
kadarlık bir paylaşım bile yeterli oluyor, hepimizin aynı duygu durumunda
olduğumuzu anlamamız iyi geliyor sanırım. Atölyeden çıkıp köy meydanında
Roboskili çocukların fotoğraf atölyesi için çekip kitaplaştırdıkları fotoğraf
sergisini geziyoruz. Fotoğraflar çekiyoruz, sohbet ediyoruz. Saat 15.45
Roboski’de güneş batıyor.
Bodrum’da tanıştığımız Emine Encü’nün
kocası Abdurrahman Encü bizi bir an yalnız bırakmıyor,
“Bizde yemek yiyeceksiniz, bizde yatacaksınız,” diyor başka bir şey
demiyor. Yemek yiyeli de henüz 2 saat
olmuş. ” Haydi gidiyoruz,” deyip duruyor. “Yemek yeriz ama kalmayız,”
diye direniyoruz.
Emine’nin evindeyiz. Emine 8 aylık
hamile, dünya güzeli bir kadın. En az kendisi kadar güzel çocukları var. Gene
minderlerin sıralı olduğu bir odaya girip oturuyoruz. TV’de gene Roboski’ye ait
görüntüler dönüyor. Komşu kadınlar da geliyor oturmaya. Kadınlardan biri TV’de
o esnada gösterilen toprağın altından çekerek çıkartılmaya çalışılan cesede
bakarak, “Benim oğlum da bunun altından çıktı” diyor sakince.
Vicdansızca bu görüntüleri sürekli
yayınlayan TV’lerin sapkın amaçlarını anlayabiliyor insan, ama acılı anne
babaların bu kanalları sürekli izleyerek hem kendilerine, en fazla da
çocuklarına nasıl inanılmaz zararlar verdiklerini anlayabilmek çok zor.
Oda kalabalık herkes bir ağızdan
konuşuyor, hiçbir sözcüğü seçemiyorum, yüzüm düştü, “susuuun,” diye bağırmak istiyorum, Canset durumumdan endişeli
(!) TV’de görüntüler dönüyor hala. Emine’nin çocukları ile fotoğraflar
çekiyoruz. Yemek hazır diyor evin kızı, yan odaya geçiyoruz. Gene minderler ve
yer sofrası, harika yemekler. Çok tokuz ama yiyiyoruz J
Yemekleri yapan Emine’nin kayınvalidesi.
Çok güzel kınalı saçlı bir Kürt kadını, sarılıyorum ona… O Türkçe bilmiyor, ben
de Kürtçe. Ama biliyorum ki yürek yüreğe değince aynı dili konuşmak gerekmiyor.
Anlaşıyoruz.
Vedalaşıp ayrılıyoruz. Köy meydanında
kocaman bir ateş yakmış gençler onlara katılıyoruz biraz. Sonra hep beraber
evimize gidiyoruz. “Evimiz” duygusunu bize yaşatan sanırım
Semire’nin suskun, sıcak, vakur,
kadın duruşu… Gene çaylar yapılıyor, gelen giden yok, aile içi bir sohbet
yaşıyoruz o gece… sıcak sımsıcak. Erken yatmalıyız yarın 28 Aralık ağır bir gün
bizi bekliyor.
Sabah bir türlü uyanamayan Nimet’i
battaniyesi ile dertop edip bir kenara yatırdıktan sonra kahvaltı hazırlığına
giriyoruz… her şey çok süratle yapılıyor bu gün. Pencere ve perde açık, oda
havalansın diye. Perdeyi kapatmaya gerek yok çünkü karşısı dağlık, evin önünden
arada geçen var ama pencere yüksek. Ben de bu güvenle perdenin açık olmasına
aldırmadan hızlıca hazırlanabilmek için yatarken giydiğim giysileri
çıkarıyorum. Hani on kişinin içinde ne kadar soyunabilirsem o kadar. Canset’te
perde fobisi var, gören duyan oturduğu evde perdeler sımsıkı kapalı oturuyor
sanır, panikle perdeyi kapatıyor, yetmiyor ciyaklıyor(!) Figan’da ise muzur bir
ifadeyle Canset’i destekleyen bir hal görüyorumJ
Mezarlık köye yaklaşık 2 km uzakta, yol
balçık çamur. Zorlukla yürüyoruz. Köyün gençleri alışık bu çamurda yürümeye.
Kızlar kol kola girmişler simsiyah giysileri içinde slogan atarak yürüyorlar
önümüz sıra. Törene dışardan gelen arabaları durdurup biniyoruz, ancak indikten
sonra bile inanılmaz bir tepeye tırmanmak gerekiyor mezarlığa ulaşmak için.
Mezarlıktayız. Kız çocuklarının giysileri
renkli olan tek şey. Bir de bizim giysilerimiz. Yedi kız çocuğu Canset’le benim
elimi bırakmıyorlar bir türlü. Hekime’nin arkadaşları hepsi. Bizimle birlikte
çok eğleniyorlar, mutlular ve dokunulmaya çok ihtiyaçları var gibi. Pembe
anorağı ile Cennet, masum bakışıyla bir güneş gibi yakıyor insanın yüreğini.
Matemdeki annelerin dışındaki tüm kadınlar yöresel giysilerini giymişler rengarenk.
BDP ve HDP Eş Başkan’larının da gelmesi
ve yapılan konuşmalar sonrasında dönüş yoluna koyuluyoruz. Gülyazı Köyü’nde
yaşıyan insanları devletin her kademesi unutmuş. Belediye’nin hiçbir hizmeti
yok, ama bunun yanı sıra köylü de talepkar değil anlaşılan. Yanımızdaki çocukların hepsini durdurduğumuz
küçük bir kamyonetin arkasına bindiriyoruz, bizler de diğer arabalara rica
minnet biniyoruz. Köy meydanı inanılmaz kalabalık. Yakın bir geçmişte kalp
krizi geçirmiş ve oraya gelmesi bile büyük risk taşıyan HDP Eşbaşkanı Ertuğrul
Kürkçü’nün, “Roboski'nin katillerine hesap soracak namuslu bir asker
bekliyoruz.” sözleri ile çınlıyor ortalık.
Birazdan aralıksız tekrarlanan bir
ambulans anonsu. Kürkçü’ye mi bir şey oldu derken gene bir Encü. Bu sefer bir
anne, Miran Encü kalp krizi geçiriyor ve hastanede hayatını kaybediyor.
Şırnak’tan gelen araçlarda boş yer
araştırması yapıyor arkadaşlar. Bölgeden ayrılışımız ayın 30’unda. Bu akşam
Diyarbakır’a gidersek bir bütün günü Diyarbakır’da geçirmek istiyoruz. Haber
geliyor, bavullarımız hazır ama vedalaşma, ev halkıyla fotoğraf çekme faslı
biraz uzadığından bizi bekleyen araçtaki yolcular epey sinirli, hemen hepsi de
kadın. Araca vardığımızda bizi öfkeyle karşılıyorlar, ne dediklerini
anlamıyoruz ama beden dilleri ve tonlamaları çok şey anlatıyor.
Ben gene en öndeki tek kişilik kırık bir
koltukta, araba fren yapsa ön camdan fırlayacak biçimde, diz dize oturuyorum
şoförle. Araç midibüs. Tam ensemde kucak kucağa oturmuş üç Kürt kadını. Araç
hareket eder etmez kulağımın dibinde çekilen bir zılgıt ile zıplıyorum. Zılgıta
bütün kadınların katılımıyla gerginlik bitiyor. Bizler de el çırparak
katılıyoruz. Fakat kimse susmak bilmiyor, oldukça yorgunuz. Sonra, bir kişinin
söyleyip, diğerlerinin topluca tekrar ettikleri
şarkı, ya da and gibi bir şey söylemeye başlıyorlar Türkçe. Ürperiyorum!
Geldiğim bölgede hep mücadele ettiğim
milliyetçiliğe çarpıyorum. Bu sefer azınlıkta olan benim. Bunun ne demek olduğunu bu güne kadar hep
empati yoluyla anlamaya çalışmışken, bu kez bizzat yaşıyorum. Hedef, kesinlikle
araçtaki bizler değil, ama bu neyi değiştirir. Öğrenilmiş kibri, öğrenilmiş
aşağılamayı yaşıyorum “Varlığım Türk
Varlığına Armağan Olsun” sözünü hatırlayarak.
Şoför ağrı kesici almış ama fayda yok,
baş ağrısından kıvranıyor. Kadınlar sürekli bir şey söylüyorlar şoföre, ilginç
olan hepsi aynı anda söylüyor ve sesleri çok TİZ. Nimet bir ağrı kesici daha
veriyor adama. “Bu kadınlar beni öldürecek,” diyor şoför. Hangi arada
yaptığını bilemediğim bir çatkı var başında, sıktıkça sıkıyor. Yaklaşık 3- 4
saatlik bir yoldan sonra Şırnak’tayız. Hemen kalkmakta olan Diyarbakır
otobüsüne biniyoruz. Hepimizin üstünden kurumuş çamur dökülüyor. Otobüsün arka
tarafına geçiyoruz herkes bir koltuğa seriliyor, otobüs boş sayılır. Sürekli
bir şey istiyoruz muavinden…aynı anda değil, ara ara… ne istesek yok, ceza gibi
adeta. Birazdan gençten bir adam geliyor, çevremizde sürekli ve uzaydan
gelmişiz gibi bizleri inceliyor, özellikle de Damla’ya bakışları çok ilginç.
Nereli olduğumuzu ve burada ne aradığımızı soruyor. “Altın arıyoruz”
desek inanacak cinsten. Roboski’den geldiğimizi söylüyor Nimet. Ön tarafta
oturan insanlar sempati ile arkaya dönerken, aracın “sahibi” olduğunu söyleyen
bu genç adam,” Rojova’da ne işiniz var,
niye gittiniz oraya, ne iş yapıyorsunuz,” diyor. Nimet sabırla, “Roboski” diyor, “Roboski… Yani Uludere.” ancak
anlıyor genç adam. Seviyorum kendimizi J
Diyarbakır’da bizi BDP İl Başkan
Yardımcısı Şemsettin Bey karşılıyor ve bizleri evlerde konuk etmek
istediklerini söylüyor. Rahatsızlık vermek istemediğimiz için bu sıcak daveti
geri çeviriyoruz. Bizi kalacağımız otele götürüyor. Otelde yaptığımız başarılı
pazarlıktan memnun bir halde odalarımıza çıkıyoruz ama onca yorgunluktan ve
yolculuktan sonra yatmayı kimse düşünmüyor, hemen lobiye inip seriliyoruz. Yan
taraftan çorba istiyoruz. Çay ve özlediğimiz Türk kahvesi. Ertesi gün Pazar.
Hasan Paşa’da kahvaltı hayaliyle yatıyoruz.
Kaç çeşit olduğunu sayamadığım peynirler,
tereyağ, bal, kaymak, kavurmalı yumurta, zeytin, domates ve yöreye ait
çeşitlemelerle dolu muhteşem bir kahvaltı. Yer; Hasanpaşa Han / Mustafa’nın
yeri. Kahvaltı sonrası avluda KAMER’in
yerinde oturup Türk kahvesi söylüyoruz.
Sohbet ve fal faslı gibi kadınca şeylere ihtiyaç duyduğumuz çok açık.
Ciddi hiçbir şey konuşmama konusunda sanki sözleşmişiz.
Saat 17.00’de BDP İl Merkezinde
randevumuz var. İl başkanı ve kadın arkadaşlarla tanışıyoruz keyifli bir
sohbetten sonra birlikte fotoğraflar çekip vedalaşıyoruz.
Yemek için
gittiğimiz restoranda dürüm ciğerden gayrı hiçbir şey yok. Çorba bile. Gene
açım LLL
Otele dönüşte inanılmaz bir aç gözlülükle
tatlı çeşitlerinden bir paket yaptırıyoruz. Yolculuk boyunca aynı zamanda aynı
şeyleri istiyor olmamız keyfimizi pekiştiren bir durum.
Dürüm ciğer hariç JJJ
Bizim için çay demliyorlar otelde
kimsenin bizi rahatsız etmeyeceği bir bölümde geç vakitlere kadar sohbet
ediyoruz. Son gecemiz. Bir birimizin mail adreslerini ve telefon numaralarını
kaydediyoruz. Duygu paylaşımları yaparken saatin kaç olduğunu unutuyoruz gene.
Bodrum grubu dört arkadaş sabah kahvaltı
sonrası ayrılacak Diyarbakır’dan. Ben ve Canset
İstanbul’a gideceğiz 14.45 uçağı ile. Hülya daha geç bir vakitte
Ankara’ya uçacak. Sabah ziyaretimize Bağlar Belediye Başkanı Yüksel Baran
geliyor. Ondan, o gün Diyarbakır Rojova Parkı’nda Roboski Anıtı’nın açılışı
olduğunu ve bu açılışı annelerin yapacağını öğrendiğimizde inanılmaz heyecanlanıyoruz,
hem açılışı izlemek, hem de anneleri bir kez daha görmek hiç hesapta olmayan
bir şey. Açılış saat 13.00’te. Yüksel Hanım, “Katılmak istiyorsanız size araç gönderirim, açılış sonrası da sizi
alana bırakır,” diyor. Canset’le birlikte atlıyoruz hemen bu teklife.
Şimdi sıra Bodrum ekibini yolcu etmekte.
Arkalarından dökmek için elimde bir bardak su ile lobiye iniyorum, taksi
kapıda. “Olmaz otelci döksün siz de aramızda olun, diyor Figan. “Bir
dahaki sefere sizi burada bekliyor olacağız,” diyorum, kucaklaşıyoruz.
Saat tam 13.00’te Rojova Parkı’ndayız.
Basın ve TV ordusu dolmuş parka ama Türkiye’den İMC Televizyonu hariç kimseleri
göremiyoruz. Anneler geliyor. BDP milletvekili ve Diyarbakır Belediye Başkan
Adayı Gülten Kışanak yanlarında. Kürtçe
ve Türkçe konuşmalar yapılıyor.
Anneler adına Semire Encü konuşuyor.
Kürtçe.
Semire’ye kenetlenmişim. Neden bilmem
inanılmaz gurur duyuyorum onu izlerken, sürekli fotoğrafını çekiyorum..
Hiçbir şey anlamıyorum konuşmasından, ama
çok şey anlıyorum. Kimin yazdığını ya da söylediğini hatırlamadığım şu
sözcükler geliyor aklıma, “Ancak acı çeken bir halkın dili, dinleyeni
anlamasa da bu kadar yaralayabilir."
Yola çıkarken yaşadığım coşku ve heyecan,
bilinmezliğin merakını taşıyordu aslında.
Ancak, Roboski'deki gerçeklik, şahit
olduklarımız, dokunduklarımız Kürt Halkı’nın bizimle, sadece yasalar önünde
değil, hiçbir alanda eşit olmasına izin verilmediğinin altını çiziyordu.
Batıda değil de bu coğrafyada doğsaydım
nasıl bir hayatım olurduyu düşünürken, parçası olmadığım bu eşitsizlikten
payıma düşen ayıpla, bu kez onlarla birlikte, onların koşullarını bizzat
yaşayarak, yüzleştim.
Bu adaletsizliği yüreğimin
derinliklerinde hissederken, benim yaşadıklarımın da onlar tarafından
anlaşılabilmesini çok isterdim.
İlk akşam kadınlarla sohbetimizde bir
genç kız, “Bu katliamı yaşayana kadar, bizim Maraş Katliamı gibi şeylerden
haberimiz yoktu,” demişti. Maraş’ta ölenlerin Alevi olmasında bu
habersizliğin(!) ne kadar payı var bilemem ama İstanbul’da yaşayıp, Roboski’de
öldürülen Kürt gençlerinden habersiz, ya da duyarsız olmakla ne farkı var diye
düşünmeden edememiştim.
Okumakla, dokunmanın / anlamakla,
yaşamanın farkını gösteren bu yolculukta tanıdığım herkese,
Gülyazı Köyü’nün tüm kadınlarına, genç
kızlarına, masum gülüşleri ve aydınlık yüzleriyle onca yoksulluk ve yoksunluğa
rağmen gülümseyen muhteşem çocuklarına,
Hekime’ye, Cennet’e, Nusret’e
Kaybettiğimiz değerlerle beni yüzleştiren
Kürt Halkına, ”Başım gözüm üstüne.”
Ve sevgili yol arkadaşlarım; yaşadığımız
ve paylaştığımız her duygu ve biriktirdiğimiz anılar için, “Başım gözüm üstüne.”