21 Mayıs 2013 Salı

İSRAİL GEZİSİ

İSRAİL GEZİSİ ANILARI


Tanıyanlar bilir, konu gezmek olunca neresi olursa olsun gitmeye hep gönüllüyümdür. Görmek, tanımak için can attığım pek çok yer var. "İsrail nereden çıktı" diyenler olacaksa, kısaca anlatayım: Canset, ilkgençlik ve okul arkadaşı Sara'yla yıllar sonra bir sosyal paylaşım sitesinde buluştu. Cansu, küçüklüğünde Sara ve Albert'in oğullarıyla oynarmış, anılarını hep anlatırdı. Sonra ailece İsrail'e göç etmişler. İnternetteki yazışmalarının ardından Canset, Sara'yı Bodrum'a davet etti. Buraların denizini çok özleyen Sara geçen yaz geldi ve bizde on gün kadar kaldı. Gezmeye pek bir yere götüremedik, ama her gün denize gitmeyi arzu etti. Onu elimizden geldiğince ağırlamaya çalıştık. 1980'den önce bir kez karşılaşıp tanışmıştık ama, bu kez onu tanımaktan çok hoşnut oldum. Döndükten sonra Canset'le yazışmaları sürdü. Hatta Albert'le İstanbul'a geldikleri günlerde Canset de onlarla buluşmak için İstanbul'a gitti. Sonra bir gün Canset'le telefonda konuşurken telefonu benimle görüşmek istediğini söyleyen Albert'e verdi. Canset ile Cansu'nun İsrail'e gitme planları yaptığını günlerdi. Telefonda mutlaka beni de beklediğini o kadar samimi bir ısrarla dile getirdi ki, düşüneceğimi söyledim. Israrla orada herhangi bir masraf yapmamıza ihtiyaç olmadığını, evlerinin müsait olduğunu, her yeri birlikte gezebileceğimizi söyledi.
Sara öğretmen olduğundan Hamursuz Bayramı (Pesah) döneminde gidilmesi gerekiyordu. Bu da martın sonuna rast geliyordu. Epeyce düşünmek zorunda kaldım ama Albert'in ısrarına karşı duramayıp ben de gitmeye karar verdim. Durumu onlara bildirdik ve uçak biletlerini aldım. Daha sonra hem vize alırken, hem de İsrail'e girip çıkarken beyan etmemiz için hepimizin adı ve pasaport numaralarının yazılı olduğu bir davet mektubu gönderdiler.
Cansu'nun Yahudi müdürleri sık sık İsrail'e gittiklerinden onların anlattıkları bilgileri esas aldık. Vize almak için evrakları tamamladıktan sonra konsolosluğa hep beraber gitmek gerektiğini söylemişler. Biz de öyle yaptık. Oysa orada, aileden birinin pasaportlarla gitmesinin yeterli olduğunu öğrendik. Üç gün sonra Canset konsolosluğa gidip vizeli pasaportlarımızı aldı. Bazı internet sitelerinden öğrendiğime ve Albert'in söylediğine göre, talep halinde vize pasaporta değil de ayrıca bir kâğıda işlenerek verilebiliyordu. Çünkü İsrail vizesi taşıyan pasaportla bazı Ortadoğu ülkelerine girilemiyordu. Konsolosluk, bu dileğimizi uygun bulmadı ve yalnız işadamlarına böyle uygulama yapabildiklerini nezaketle bildirdi.

GİDİŞ


22 Mart gecesi Sabiha Gökçen Havalimanı'nda uçağımıza binip havalandık. İki saati aşkın bir süre sonra Tel Aviv yakınlarındaki Ben Gurion Havalimanı'na indik. Bayram öncesi dünyanın değişik ülkelerinden Yahudiler geldiğinden olsa gerek, bazı internet sitelerinde yazdığı gibi arama tarama ve sorgu gibi işlemler görmeden geceyarısı İsrail'e girdik. Bizi kapıda Sara ile Albert sıcak bir şekilde karşıladı, kucaklaştık. Kendimi bir anda Albert'le kırk yıllık tadıdık gibi senli benli konuşurken yakaladım. Daha sonra Canset bu durumun nasıl oluştuğunu sorunca "İnsanlar birbirine kalplerinin içini gösterince böyle oluyor herhalde" diye cevap verdiğimi hatırlıyorum. Herhalde saat 1:30'da eve geldik, 2 sularında da yatmış olmalıyız. Yatarken fazla geç kalmadan kalkmamız gerektiği hatırlatıldı. 

YAFA


Sabah parçalı bulutlu ve rüzgârlı bir güne uyandık. Havayı sert batı rüzgârı serinletiyordu. Kısa bir kahvaltı faslından sonra Albert'in oğullarından birinin Volvo cipine binip yola çıktık. Albert'in otomobili pek geniş değilmiş, oğullarının üçer çocuğu olduğundan büyük arabalara biniyorlarmış. Biz geliyoruz diye oğluyla arabalarını değiştirmişler.
Evlerinin olduğu yer Ramat Haşaron (Ramat Hashoron). Burası, Tel Aviv'in kuzeyinde bir kentsel alan. Tel Aviv'e bağlı herhangi bir ilçe yahut belde değil. İsrail'de kentler bizdeki gibi birleştirilmemiş, dağıtılmış. Tel Aviv çevresinde böyle birçok kent var. Tel Aviv ve öbür 10 kentsel alan Guş Dan metropolünü oluşturuyor. Metropolün nüfusu yaklaşık 3 milyonmuş. Tel Aviv'in'ki ise 400.000 kadar. Önceden bu bölge tümüyle kumul ve çölmüş. Şimdi yemyeşil, düzenli ve tertemiz kent alanları. Ramat Haşaron'un ne demek olduğunu sormuştum, ama not almadığımdan unuttum. Ama Tel Aviv, "Bahar Tepesi" anlamına geliyormuş. "Tel", Arapçada da İbranicede de tepe, daha doğrusu höyük anlamına geliyor. Suriye'nin kuzeybatı, Türkiye'nin güneydoğu bölgelerinde "tel"le başlayan birçok Geç Hitit dönemi kent kalıntısı höyük vardır. Bunlardan biri Gaziantep'in Oğuzeli ilçe merkezinin güneydoğusundaki Tilbaşar'dır. Çevresindeki ovaya da adını veren ve zirvesinde bir kale kalıntısı olan bu höyüğün eski adının Tel Başir olduğu söylenir.
Ama Tel Aviv'de öyle tepe falan yok. Şehir kurulmadan önce birkaç tepe varmış, ama hafriyat sırasında arazi tamamiyle düzlenmiş, sonra inşaata girişilmiş.

Öyle bir düzen kurulmuş ki, bunun Türkiye'de anlaşılması değil düşünülmesi bile neredeyse imkânsız. Kentler bölüm bölüm tasarlanmış. Apartmanların olduğu alanlarda alçak bina yok, iki katlı binaların arasına da apartman yapılamıyormuş. "Param bol, şurada arsa var, alayım, sonra da tripleks, yahut 4-5 katlı bina yapayım" diyemezmişsin. Zaten kurulan düzene göre kimsenin aklından böyle bir şey geçmezmiş. Her taraf yeşillendirilmiş. Şehir semtlerinin bazı bölümlerinde devasa parklar, gösteri ve oyun alanları yapılmış. Caddelerin kenarlarına değişik mevsimlerde çiçeklenen tropikal ya da subtropikal iklim bitkileri ve ağaçları dikilmiş. Görüntüleri çok güzel. Evden çıkınca bunları görmek için kısa bir Ramat Haşaron turu attık.




Daha sonra kısa bir Tel Aviv gezisi yaptık. Sonra kıyı yoluna çıktık. Albert orada arabayı park etti ve dışarı çıkıp eşsiz görüntüler yürüyerek seyrettik.


Caddenin kenarında kenarları ve ortası kesik çizgilerle belirlenmiş yol, "bisiklet yolu" ve kilometrelerce devam ediyor.
Yeşil Bisiklet. Şehrin değişik yerlerindeki bu bisiklet parklarından dilediğin bisikleti alıp istediğin yere kadar gidip başka bir parka bırakmak mümkün. Ücretsiz!
Hava 20-21 dereceydi ve çok sert bir rüzgâr esiyordu. Deniz suyu ise olsun olsun 15-16 derece olabilir. Ama deniz sörf ve kitesurf denen paraşütlü sörf yapanlarla doluydu. 







Canset, Sara ile Cansu'nun fotoğrafını çekerken yoldan geçen biri aralarına başını uzatıp kareye girmiş. Çığlıklarla kahkahalardan dönüp adam uzaklaşırken yukarıdaki kareyi çektim.


Sara ile Canset


                     Yafa'ya doğru giderken Cansu bizi böyle görüntülemiş


Tel Aviv uzaktan böyle görünüyor


                                        Yafa'dan ilk görüntüler


İsrailliler'in "Yafo" dediği Yafa'nın "Tarihsel Site"sine hoş geldiniz!



Yafa'da bir Hıristiyan manastırı ve çan kulesi. Yanındaki binada bayrak dalgalandığına göre resmi bina olmalı.


Bir kafe lokanta



Çocukları çok eğlendiren havuz. Öyle bizdeki gibi yasak falan yok, istediklerini yapabiliyorlar. Ülke onların mutluluğu için tasarlanmış...


Alaattin, burada böyle yazılıyormuş...




Tarihsel site, yani Eski Yafa yer yer yenilenmiş ve restore edilmiş.


Eski Yafa surlarının ardındaki yenilenmiş binalar sanatçılara tahsis edilmiş. Burada resim, seramik, heykel, kıymetli taş ve metal işleme gibi işlerle uğraşan çok sayıda sanatçının evi, atölyesi ve sergileri var.


Bir sanatçı mekânının dış duvarını, Eski Yafa'nın planını seramik pano biçiminde işleyerek değerlendirmiş.



Bir sanatçı da küpe diktiği ağacı çelik tellerle asarak şaşırtıcı bir görüntü sergilemiş.



Ramat Haşaron ile Tel Aviv'de yoktu ama Eski Yafa'da çok sayıda kedi vardı. Fark, sanatçıların varlığından mı kaynaklanıyor acaba?...



Eski kent duvarlarındaki fotoğrafların fotoğrafları...


Bir heykel...


Osmanlı dönemine ait bir top kalıntısı

Tarihsel, yahut turistik bölümünün dışında yaşayan bir Yafa var. Yafo, Tel Aviv belediye sınırları içinde, ama sanki ayrı bir kent. Çünkü gerek mimari ve gerekse etnik açıdan modern bir kentten çok farklı. Binaların hemen tümü taştan yöreye özgü Arap mimarisinin hâkim olduğu yapılar. Bunların çoğu eski. Halkının ezici çoğunluğu Filistinli. Yafa, eskiden Kudüs'ün limanıymış. Hatta Hz. Süleyman yaptırdığı tapınakta kullanılan sedir tomrukları Lübnan dağlarından kesilip denizyoluyla Yafa'ya taşınmış; oradan da Kudüs'e götürülmüş.

Karnımız acıkmış olacak ki, Albert bizi çok ilginç bir yere götürdü. Burası eski bir tren istasyonu kompleksiydi ve beni çok heyecanlandırdı. Çünkü ansiklopedik bilgi dağarcığımdaki "Hicaz Demiryolu"nun Yafa İstasyonu'ndaydık. II. Abdülhamid bu demiryoluyla Müslümanlarca kutsal sayılan Hicaz'a gidileceğinden gayrimüslim banker ve bankacılardan borç almak yerine Müslüman tebasının farklı cemaatlarından bağış toplayarak yaptırmış. "Bir kuruş gâvur parası harcanmadı" diye övünürmüş. Ama bendeki bir başka bilgi de şöyle: Bu demiryolunun traverslerinin yapılması için Lübnan dağlarındaki sedir ormanları yok edilmiş. 
Bayram tatili olduğu için istasyonun avlusunda ip cambazları çocuklara gösteri yapıyordu. Ortalık mahşer yeri gibiydi; gezenler, kafede oturup yeyip içenler, dükkânları dolaşanlar, banklarda oturanlar, koşuşan çocuklar... Biz istasyon binasındaki kafeye girdik. Ismarladığımız yiyecekler gelene kadar izin isteyip, etrafı dolaşmaya çıktım.


İşte Yafa İstasyonu


İstasyonun aynı yönden, herhalde 20. yüzyıl başlarında çekilmiş fotoğrafı


Yenilenmiş istasyon binası ve bir vagon



Yenilenmiş vagonlar değişik amaçlarla değerlendirilmek üzere kullanıma sunulmuş

Yemek için geri döndüğümde bizimkilerin eski haliyle bırakılmış duvarı incelerken gördüm. Sara'nın söylediğine göre duvarda Fransızca "Birinci Sınıf Bekleme Salonu" yazıyormuş. Biz bugün o birinci sınıf salonda karnımızı doyuruyoruz. Dış duvarda da Yafa'nın adı Fransızca "Jaffa" olarak yazıyordu. Aynı duvarda istasyonun tarihine ilişkin fotoğraflar vardı.



Yafa İstasyonu'nda bir katar


Bir lokomotif ve demiryolu işçileri 


Herhalde Birinci Dünya Savaşı sırasında trenle taşınan bir tekne ve Britanyalı askerler

İstasyon kompleksi birkaç binadan ibaret değil. Lokomotiflerin ve raylarla traverslerin tamir ve bakımının yapılması için büyükçe bir cer atölyesi varmış. Bu işlerde epeyce bir usta işçi çalışıyor olmalı ki, onların kaldığı birçok lojman yapılmış. Bütün bu binalar yenilenmiş ve değişik amaçlarla hizmete sunulmuş. Kafe ve lokantalardan başka çok sayıda dükkân var. Kızlar rengârenk dükkânlara daldıklarında beni dışarıda gören Albert, bir dükkânı işaret ederek, "Burada hiçbir işe yaramaz şaşırtıcı ve ilgi çekici eşyalar vardır, istersen bir göz at" dedi. İyi ki söylemiş. Biraz yorgun olmama rağmen girdim ve çok şaşırdım. Dükkânlarda dolaşmak ülkenin para birimi hakkında fikir edinmek için de yararlı oluyor. İsrail parası "şekel" bu yıl hesabıyla bizim paramızın yarısı değerinde. Yani 1 lira 2 şekele tekabül ediyor. Ama fiyatları ikiye bölüp değer hesabı yapmak şaşırtıcı olur, çünkü İsrail'de gelir standardı yüksek. Örneğin asgari ücret 4.600 şekelmiş. Gene dükkâna dönersek, gerçekten o kadar ilginç eşyalar var ki, hayretler içinde kaldım. Canset bir şey gösterdi: Vakumlu paket içinde kocaman bir kalemtraş, arkasında havuç resmi var. Yani havuçtraş! Bir arkadaşım aklıma geldi ve hemen ona hediye etmek için aldım. Bir de valizler için değişik isimlikler vardı. İngilizce "Seninki değil" yazan birini kendim için aldım. Alışverişi bitirip oradan ayrıldık.
Şehre dönerken yol kenarında yenilenmiş eski bir cami gördük. Adı Hasan Bek Camisi'ymiş. Bölgenin son Osmanlı valisi Hasan Bey tarafından 1915'te yaptırılmış. 


Albert, eve dönmeden önce eski Tel Aviv limanının bulunduğu yeri görelim dedi. Tel Aviv'de artık liman yokmuş. Aşdod, Hayfa ve Aşkelon limanları ihtiyaca yetiyormuş. Burada yalnızca büyük bir marina varmış.



Zemin ahşap kaplanmış, ama eğimli bir yüzey oluşturulmuş. Çocuklar koşuyor, bisiklete ve kaykaya biniyor, her şey onlar için...


İlerideki termik santral kapatılmış, artık müzeymiş... Darısı bizimkilerin başına...

 Dalga falan kimin umurunda...
                 
                         KASAREİA veya CAESAREA yahut KAYSERYA  

Ev sahibi dostlarımız bize o kadar sıcak bir misafirperverlik gösteriyorlar ki, kelimelerle anlatmak pek kabil değil. Akşam yatmadan önce Albert tarafından ertesi günkü gezi programıyla ilgili bilgilendiriliyoruz, kaçta kalkmamız gerektiğini söylüyor, uygun olup olmadığını soruyor. Kahvaltı için kalktığımızda Albert ve Sara çoktan aşağıya mutfağa inmiş, çayı demlemiş ve kahvaltıyı hazırlamış oluyor. Bu yetmezmiş gibi, gezi programını aksatmamak için öğle yemeğinden önce acıkmamız ihtimaline karşı sandviçler hazırlanmış, ya da hazırlanmakta oluyor.
Bugün pazar ve bayramlarının ilk günü, ama işgünüymüş. İsrailde hafta tatili cumartesi, ama cuma öğleden sonra hafta tatili başlıyormuş. İşyeri geleneğine göre, bayram sabahı erkenden bütün personel işyerinde buluşur, küçük bir içki içerek bayramlaşırmış. Albert, genel müdür olduğundan bu toplantıya katılmak zorunda olduğunu, bizi biraz bekletmek zorunda kalabileceğini, birlikte gitmemizin sakıncası olup olmadığını bin bir nezaketle sordu. Biz memnuniyetle gidebilebileceğimizi söyledik. Kahvaltıdan sonra çıktık ve kuzeye yöneldik.
İşyeri yerleşim alanı dışında gayet düzgün biçimde kurulmuş bir işyerleri kompleksleri arasındaydı. Bu işyerleri daha çok ofis, pazarlama şirketleri ve depolardan oluşuyormuş. İsrail'i kuzeyden güneye kat eden demiryolunun burada bir istasyonu varmış ve çalışanlar genellikle treni kullanıyormuş. İstasyonun önünden geçtik. Albert arabayı işyerinin bahçesine park ettikten sonra içeri girdi. Bu arada aynı işyerinde birlikte çalıştığı oğullarından küçük olanı geldi, Cansu ve Canset'le sarılıştılar, ben de tanışmış oldum. Pek içten bir karşılaşma oldu. Albert on dakika içinde döndü ve hemen yola çıktık.
İlk olarak Kasareia (Caesarea) adlı Roma kenti kalıntılarını görecekmişiz. Kent kalıntıları deniz kenarında. Roma hükümdarlarından Cesar'ın değişik yerlerde kurduğu ya da kurdurup adını verdiği böyle pek çok kent var.
 Casarea, bir milli park olarak düzenlenmiş. Çevrede gelenleri kuşkuyla izleyen, hatta seyreden görevliler gözüme takıldı. Bunların çoğu siyah, Etiyopyalı yahut Faslı Yahudilerdi.

Bir not: Dünkü geziyi anlatmaya çalışıp fotoğraflarını yerleştirdikten sonra (ki bir tam gün sürdü), akşam epeyce yorulduğumu fark ettim. Üstelik bu yorgunluk neredeyse, gün boyunca devam eden geziden eve döndükten sonra duyduğum yorgunluğa yakındı. Bundan sonra, bu güzel geziden arta kalan anıları yazarken daha çok fotoğraflar üzerinden anlatmayı deneyip kısa sürede sonlandırmaya çalışacağım. Bakalım gevezeliğim buna elverecek mi?...

Milli park girişinde büyük heykel parçalarını böyle sergilemişler 
Tiyatro yenilenmiş ve artık gösteriler, konserler, temsillere ev sahipliği yapıyormuş
 Antik tiyatrolardan hiçbirinde kötü bir manzarayla karşılaşmadım


 Bu hariç! Dış galerilerden birinden büyük bir termik santral görülüyor 


Kızım sahneye çıkıyor...


Sevgilim sahneyi terk ediyor...


Kent Roma dönemi öncesinden meskûnmuş, Dorlardan kalma sütun başlıkları da var.


Bu süslü Korint sütun başlığı pek güzeldi.

Kent surlarının kapı bölümündeki tavan mimarisi Latin yapısı izlenimi veriyor. Bu, yerleşimin Haçlı Seferleri sırasında kullanıldığının işareti olabilir.


 Kazılar devam mı ediyor?


Kalıntılardan arta kalan bölüm çimlendirilmiş. Ortalık hem şenlenmiş, hem de insanların oturmasına elverişli hale gelmiş.


     Bir lahit kapağı 


Bu termik santral hem doğal gazla hem de kömürle çalışıyormuş. Açıkta tankerler yüklerini boşaltmak için sıralarını beklemekteydi.


 



 Antik liman kalıntıları


                                            Tuhaf bir heykel




Kente su taşıyan sukemerleri


Kasareia gezisi sona erdi, Hayfa'ya doğru yola çıkmak üzere arabaya...




                           Hayfa yolu kenarında komik balık heykelleri...

                                                            HAYFA



Hayfa, İsrail'in büyük ve önemli bir liman kenti. Kuruluşu epey eskiye dayanıyor. Osmanlı yönetimi sonlarında Hicaz demiryolunun buradan geçmesi önemini artırmış.
Limandan içeriye doğru bir cadde uzanıyor. Bu cadde yukarıdaki tepenin yamacında Tel Aviv'den gelen yolla kesişiyor. O kavşağın tam üzerindeki yamaçta Bahai Bahçeleri taraçalar halinde yükseliyor. Bahçelerin tam ortasında ise kubbesi parıldayan Bahai Tapınağı yer alıyor. Limandan yukarıya doğru uzanan caddenin iki yanında aynı düzende yapılmış, birbirine benzeyen ve yabancı bir mimariye ait olduğu anlaşılan iki katlı binalar sıralanıyor. Bu evler, 20 yüzyıl başlarında Hz. İsa'nın yeryüzüne dönüşünü beklemek için Almanya'dan buraya gelip yerleşen bir Hıristiyan topluluk tarafından inşa edilmiş. Bunlar daha sonra Nazilerle işbirliği yaptığı anlaşılınca bölgeden kovulmuş. Buradan geçip tepeye çıktık.




Tepeden Hayfa ve çevre böyle görünüyor. Körfezin karşı yakasındaki puslu kıyıda Akka yer almaktaymış. İsrailliler oraya Akko diyor. Yukarıdaki fotoğrafın sol alt bölümündeki dairesel bina Bahailere aitmiş.


Limandan yukarı doğru çıkan cadde Bahai Bahçelerinin en üst bölümünden böyle görünüyor. Bu bahçeler belediyenin de katkısıyla Bahailer tarafından yaptırılmış. Liman kıyısında görünen geniş beyaz bina siloymuş.


Bahçeleri ve tapınağı daha yakınından görüntülemek için üst kapıdan birkaç merdiven aşağıya inmek istediğimde bir görevli sertçe önümü kesip, İngilizce hangi ülkeden olduğumu sordu. Türkiye'den olduğumu söyleyince sanki biraz daha hiddetlendi ve yüksek sesle neredeyse ezberlenmiş bir şeyler söyledi. Meğer, buranın kutsal bir yer olduğunu, gezerken ıslık çalmanın, sakız çiğnemenin, şarkı söylemenin yasak olduğunu, saygılı davranılması gerektiğini söylermiş. Her saat başı alt ve üst kapılarda bekleyen ziyaretçiler gruplar halinde içeri alınıp görevliler tarafından gezdiriliyormuş. Gezi bir saat sürüyormuş ve tapınağa girilemiyormuş. Tapınağın kubbesinde 24 ayar altın kullanılmış ve bahçedeki o sekiz köşeli yıldız Bahailiğin simgesiymiş.




Bir gün önce Hayfa'da bir balık lokantasına gideceğimiz, rezervasyon yapıldığı ve davetli olduğumuz ev sahiplerimiz tarafından söylenmişti. Balık lokantası Bahai Bahçelerinin az ilerisinde, gerçek bir uçurumun tam üstündeydi. Bütün görüntüleri tam bir kartal yuvasını andıran lokantadan çektim. İlkinde Hayfa limanı ve bize yakın bölümde Bahailere ait binalar görülüyor. İkincisinde karaya çekilmiş donanmaya ait bazı eski gemiler var. Herhalde müze olarak sergileniyor.
Lokanta birkaç adlıydı ve aklımda kalan bir adı "Kalamaris"ti. Sahipleri buralı Hıristiyanlardanmış. Burada ev sahiplerimiz sayesinde çok leziz mezeler ve güzel bir lahos yedik. Humus ve adını aklımda tutamadığım mezelerin nefaseti anlatılır gibi değildi. İşyerinin sahipleri masamıza özel bir ilgi gösterdi. Bunda Albert'in ailesinin Hayfalı olmasının etkisi olabilir. Her şey o kadar güzeldi ki, bir daha İsrail'e yolumuz düşerse yüzümü kızartıp Albert'den bu lokantaya gene gitmemizi dileyebilirim.
Bugün çok güzel bir gezi yaptık. Hem bir antik kent gördük, hem de Hayfa'yı tanımış olduk. Hayfa halkının büyük bölümü Filistinli'ymiş.

                                                           LÛT GÖLÜ


İsrail'de Lût Gölü'ne Dead Sea, yani Ölü Deniz diyorlar. Suyunun çok tuzlu olması ve mikroskobik bazı mikroorganizmalar dışında canlı yaşamadığından Ölü Deniz deniyor. İbranicesi Yam HaMelah'mış.
Bizdeki adı dinsel efsanelerden gelir. Gölün güney kesiminde Lût kavmi yaşarmış; bunlar o kadar ahlakî (!) çöküntüye girmişler ki, Tanrı bunları cezalandırmaya karar vermiş. Kavmin buradaki Sodom ve Gomore kentleri yerle bir olmuş ve bu olaydan yalnızca Hz. Lût ve ailesi kurtulmuş. Oysa bu bölge dünyanın depremselliği en yüksek topraklarından. Afrika'daki Büyük Rift Vadisi'nden kuzeyde Türkiye'nin doğu kesimine kadar uzanan ünlü fay buradan geçiyor. İçinde Lût ve Taberiye göllerinin yer aldığı çukurlukların oluşumu da bu büyük fayın yarattığı çöküntüyle ilgili. O efsanevi felakette fay boyunca yüzeye lavlar çıkmış olmalı ki, Pompei'de olduğu gibi taşlaşmış bazı insan kalıntıları bulunmuş.

Lût Gölü, Ramat Haşaron'a, yahut Tel Aviv'e oldukça uzak. Önce güneye yönelip, sonra doğuya dönerek Batı Şeria da dediğimiz Filistin topraklarını doğuya doğru kat etmek gerekiyor. Yol, yanlış hatırlamıyorsam 110 ya da 120 km kadar tutuyor. İsrail'in doğu-batı istikametinde en geniş yerinin 170 km olduğu düşünülünce, mesafenin uzunluğu anlaşılabilir.
Güneye doğru bir süre otoyoldan gidiliyor. İsrail'de karayolu ağı çok düzgün. Otoyollardaki yol levhaları bizdekinin tersine mavi renkli; öbür yollardakiler ise bizdeki otoyol tabelaları gibi yeşil... Bir yerde otoyoldan çıkıp iki şeritli çift yönlü yola girdik, ama orası da asfalt. Bazı Filistin köylerinin yanından geçip çöle girdik. Necef Çölü, İsrail topraklarının büyük bölümünü kaplıyor. 

Mesafe kâğıt üzerinde fazla değil ama belli bir yerden sonra yolun virajlı ve inişli çıkışlı olmasından dolayı yolculuk yaklaşık üç saat sürüyor. Son bölümde döne döne inilen bölümde epey yavaşlamak gerekti. Göl, deniz düzeyinden 422 metre aşağıda. Nihayet masmavi bir su kütlesinin görüntüsüyle karşılaştık. Ama görüş açımıza giren bölümde tuzla tavalarına benzer biçimde, göl içine kıyıya dik şekilde toprak dilimleri yığılmış. Bunlar kıyıdan uzakta başlıyor ve belki birkaç yüz metre kadar uzunlukta. Hem Ürdün, hem de İsrail uzun zamandır gölden tuz, sülfat, brom ve öteki mineralleri çıkarıyormuş. Sanırım manzarayı bozan toprak yığıntıları bu faaliyet nedeniyle yapılmış. Göl kıyısında çok sayıda turistik otel ve plaj tesisi var. 
Albert cipi park edince ben fırlayıp, tahta perdelerle çevrilmiş ilk tesisin kapısından içeri daldım. İçeride kimseler yoktu, sadece uzakta suya girmiş iki kişi gördüm. Kadın mı erkek mi anlaşılmayan bir mesafedeydim.




Cankurtarma binası tüm su kıyılarında standart...



Sonra ilerleyip kıyıya kadar geldim ve elimi suya soktum. Su benimle aynı sıcaklıktaydı ki, bir şey hissetmedim. Hani ıslaklık da hissetmedim desem yeridir. Elim sanki yağlanmıştı. Sonra bir gariplik olduğunu hissettim. Sağdaki ve soldaki tahta perdeler belki 50 metre kadar gölün içinde devam ediyordu. "Ben buradan çıkayım" dedim ve kapıya doğru hızla ilerlerken Canset'le karşılaştım. Sinir içinde çocuk azarlar gibi ağzına geleni söylüyordu; nereye kaybolmuşum, insan bir haber vermez miymiş, deminden beri herkes beni arıyormuş... Yerden göğe kadar haklı! Nereye gitsem farkında olmadan böyle yapıyorum. Nasıl olsa hemen döneceğim düşüncesiyle ilk gördüğüm kapıdan içeriye dalıyorum işte...
Meğer burası Hasidiklerin plajıymış ve ben şükür ki erkekler tarafına dalmışım. Yan taraf kadınların bölümüymüş. Erkek Hasidik allah muhafaza, karısı dışında çıplak bir kadın görürse cennete gitme şansını yitirirmiş.
Hep birlikte biraz ilerideki bir kafenin önünde oturduk, bir şeyler içtik, etrafı seyrettik ve sohbet ettik.



Yastıklardaki İtalyan turistik yolcu gemisi adını hatırlatan şekil, bira markasıymış...





 Burada cankurtaran ne kadar lazım, bilmem... Sudaki tuzluluk oranı Akdeniz'de yüzde 3'ten biraz fazlayken, burada yüzde 33'müş. Göle girenlerin açık yarası olmaması ve gözlerine su kaçırmaması gerekiyormuş. Yoksa can yakıcı sonuçları oluyormuş. Suya batmak mümkün değilmiş. Su üstünde oturanlar gördüm. Rastladığım bazı fotoğraflarda insanlar su üzerinde uzun oturmuş gazete okuyorlardı. Gölün suya batmakla ilgili bir de efsanesi var: Bir hükümdar idama mahkûm ettiği iki kişiyi zincirletip göle attırmış. Adamlar kısa sürede yüzeye çıkmış. Bunu birkaç kez tekrarlatmış, ama her defasında yüzeye çıkmışlar. Sonra adamları affetmiş.
BAYRAM YEMEĞİ

Sara ve Albert'in ailesi her hafta tatilinde biraraya gelir yemek yerlermiş. Bunda tabii Sara'nın mutfakta harikalar yaratmasının da etkisi olmalı. Ama haksızlık yapmayayım, Albert de mutfakta Sara'dan aşağı kalmıyor. Bayram sabahı için yapılan hazırlıklara o da mayonezli balıkla katıldı. Ortaya tablo gibi görüntüler çıktı:


Öncelikle ev hakkında biraz bilgi vereyim. Sokaktan bakıldığında iki katlı gibi görülen bina aslında üç katlı. Sokaktan arabayla garaja giriliyor. Burası iki otomobil alabiliyor. Garajdan eve geçildiğinde, sağda kiler denebilecek raflı bir oda var. Bundan başka iki büyük oda daha var. Biri sinema odası yahut salonu. Öbürü, herhalde torunlar iyice küçükken düzenlenmiş olan çocuk odası. Bu odada çocukların ilgisini çekecek her şey var. Bu katta bir de sığınak var. Üst kata hem garajdan çıkılıyor, hem de garajın yanındaki kapıdan ve iki duvar arasından kısa bir yürüyüş yolu kat edilerek giriliyor. Geniş bir holden sağdaki mutfağa, oradan hem salona hem verandaya çıkılabiliyor. Salonun holden başka bir girişi daha var. Mutfak ve salon epeyce geniş. Holden sola, mutfak kapısının karşısındaki kapıdan televizyon odasına giriliyor. Burada büyük bir televizyon ve karşısında da yatabilen çok rahat deri bir oturma grubu var. Holden genişçe bir merdivenle yatak odalarının yer aldığı üst kata çıkılıyor.


Soldaki mutfak ve sağdaki salon kapılarından verandaya çıkılıyor. Bayram yemeği buraya kurulan büyük masada yendi. Verandanın önünde küçük bir çimli bahçe var.

Hava serin de olsa güneş altında ısınmak mümkün. Cansu'nun arkasındaki ağaç,
üzeri meyve dolu bir kumkuvat.

                               Bahçeden çevre pek güzel görünüyor.

Ev sahiplerimizin iki oğlu ve onların da üçer çocukları var. İki oğul, iki gelin, altı torun, on kişi oluyor, Sara'nın kız kardeşi ve oğlu, on iki, ev sahipleri ve bizle birlikte 17 kişiydik sofrada. Bu kadar kişiyi doyurmak kolay değil. Ama o kadar çok çeşit yemek vardı ki, herkes tıka basa doydu. Zaten bu geç kahvaltı, Amerikalıların brunch dediği nerdeyse öğle yemeği gibiydi. Sara'nın pırasa köftesini unutamayacağım. Bir yemek bu kadar mı lezzetli olur... Sofradan aratanları saklayıp bana iki gün yedirdi.
Geçtiğimiz günler serindi. Ama o gün doğudan, yani çölden hafif bir "hamsin" esiyordu ve o sıcak rüzgâr hava sıcaklığını 30 dereceye çıkardı.
Ev sahiplerimizin temizliğine ve mutfak işlerine yardımcı olan bir karı koca var. Bunlar, daha çocuk yaşlarda İstanbul'daki bazı Yahudi ailelerin yanında kalıp sonra da onlarla birlikte İsrail'e gelip yerleşmiş iki Türkiyeli. Kastamonu'nun Cide'sindenmişler. Ayrıntısını bilmiyorum ama karı koca aynı köydenmiş. Burada doğmuş bir kızları varmış, askerlik bile yapmış. Ev sahiplerimizin söylediğine bakılırsa çalışkan ve güvenilir insanlarmış ve iyi para kazanıyorlarmış. Öyle ki, boş günleri olmadığından gece bile temizliğe gider, ev sahipleri uykudayken onları rahatsız etmeden işlerini bitirir, kapıyı çeker giderlermiş.
Ailece yemek yendiği gün fotoğraf çekmedim. Sofra başında olanların onayı olmadan fotoğraflarını koymak bana pek doğru da gelmedi. Ama çok hoş ve eğlenceli bir gündü. Hele kız torunlar bir harikaydı. Jimnastik dersi alıyorlarmış, çim üstünde defalarca perende atarak bize marifetlerini sergilediler. Sofrada onlarla çok ilgilenen Canset'in iki yanına oturdular ve Canset'e İbranice birkaç kelime öğretmeye çalıştılar. Çok tatlıydılar.

Akşam, hava kararmaya yakın Albert bizi Herzliya plajlarına ve Tel Aviv Marinası'na götürdü. Herzliya, aynı Ramat Haşaron gibi bir şehir ve Tel Aviv-Yafa ile çevresindeki öbür şehirlerle birlikte oluşmuş metropoliten alanın en kuzeyde olanı. Adından da anlaşılacağı üzere Siyonizmin babası Thedor Herzl şerefine kurulmuş bir yerleşim. Bizde bunun benzeri adlar verilmiş pek çok yerleşim var. Bunlardan adı en yalın olan Erzincan'a bağlı eski bir Ermeni kasabası olan ve adı eskiden Eğin'ken "Kemaliye" şeklinde değiştirilen ilçe merkezidir. Öbürleri Bursa'daki Mustafakemalpaşa, İzmir'deki Kemalpaşa, Antalya'daki Gazipaşa'dır.
Herzliya plajına hayran kaldım. Antalya'daki Konyaaltı plajını andırır biçimde bir falezin altında, ama falez Antalya'daki kadar yüksek değil. Plaja yaya ve araba yolundan inilebildiği gibi orta bölüme yapılmış bir asansörle de inilebiliyor. İniş bölümünün iki yanında kafeteryalar var. İsrail'deki plajlar kendi şezlongunu, şemsiyesini, yaygısını getirenlere tümüyle açık ve bedavaymış. Şezlong ve şemsiye servisinden yararlanmak isteyen ayrıca ücret ödermiş.


 
Falezin üstünde turistik oteller, altında kafeteryalar...




                                 Canset, Sara ve Albert sohbette...



Kumsalın yaklaşık 50 metre ilerisine, denize girenler batıdan esen sert rüzgârların oluşturduğu dalgalardan fazla etkilenmesinler diye parçalı dalgakıranlar yapılmış.

 
                  Bu cankurtaran kulübeleri her deniz ve göl kıyısında var.

Bizim yaştakileri, çocuklu ve engelli insanları düşünüp bu asansör tesisini kurmuşlar.

Havanın kararmasına yakın Tel Aviv Marinası'na gittik. Bodrum, Turgutreis ve Yalıkavak'taki marinaları andıran modern bir tesis. Tam merkezinde devasa bir rezidans, çevresinde de oteller var. Rezidansın altında kafe ve lokantalar tıklım tıklımdı.





Ertesi sabah Kudüs yolcusuyuz, erken yatıp erken kalkmalıyız. Albert bu yolculuk için büyük oğlunun yedi kişilik büyük cipini aldı. Çünkü bu gezi için bir rehberle anlaşmış ve kutsal kenti bize bir profesyonel "bilen" anlatacakmış, tercümanımız da Sara olacakmış.


KUDÜS YAHUT YERUŞELAYİM VEYA YERUSALEM YA DA JERUSALEM

Sabah kısa kahvaltının ardından Albert'in yaptığı sandviçlerimizi alıp yola çıktık. Önce tarlaların arasından geçip, Herzliya plajı yakınlarından rehberimizi aldık ve Kudüs'e doğru yola çıktık. Rehberimizin adı Roman'mış ve Rusya Yahudilerindenmiş.
Tel Aviv ile Kudüs arası yaklaşık 60 kilometre. Bir süre otoyoldan gittikten sonra sola, Kudüs yoluna giriliyor. Yol kenarında höyüğe benzer bir tepe gördük, eskiden çöplükmüş. Şimdi ise yemyeşil, otlar ve çalılarla kaplı. Kudüs'e yaklaştıkça yol, bodur çamlardan oluşan ormanlar arasından geçiyor. Sonra uzaktan Kudüs göründü. Bu binlerce yıllık kutsal şehir İsrail'in fiili başkenti. Ayrıca ülkenin en büyük kenti. Öğrendiğimize göre Kudüs'ün başkentliği üç ülke dışında hiçbir ülke ve Birleşmiş Milletler tarafından tanınmamaktaymış. O yüzden birçok ülkenin ve bizimkinin büyük elçiliği Tel Aviv'de. Kudüs kentinin nüfusu 2009'da 760 binmiş.
Önce Zeytin Dağı'na gittik. Burası Yahudiler açısından çok önemliymiş. Burada binlerce yıllık Yahudi Mezarlığı var. Özellikle Hasidikler için buraya gömülmek çok değerliymiş. Eski mezarlara çok yüksek paralara defin yapılıyormuş.


Farkında olmadan çektiğim bu kısa videoda sanırım Yahudi Mezarlığı ve eski şehrin tümü görülüyor, ayaklarım/ız ve kaldırımın görüntüsü de cabası...


Osmanlı surları, ortada sağda Yunan Ortodoks kilisesi, arkada Kubbetül Sahra 



Surların hemen dışında Müslüman mezarlığı var. Kent surlarını kim yaptırırsa, onun dininden olanların mezarlığı sur dışında ve sura bitişik olarak düzenlenirmiş.


Kubbetül Sahra'nın Zeytin Dağı'ndan görüntüsü

Bu kutsal dağdan aşağıya yürüyerek indik ve Hz. İsa'nın çarmıha gerilmeden önceki gün gelip dinlendiği, geceyi geçirdiği kayalığın üstüne yapılmış olan kiliseyi gezmeye gittik.


Kilisenin bahçesindeki zeytin ağaçları çok yaşlı. Karbon yöntemiyle yaşların 800-900 olduğu saptanmış. Bazı kaynaklarda birkaç bin yıllık olduğu belirtiliyor. Ağaçların ölmeye yakın, öndeki ağaçta görüldüğü gibi yeni sürgünler çıkararak (eğer bir biçimde yeni fidan aşılaması yapılmıyorsa ki, öyle bir izlenim veriyor) yaşamını sürdürdüğüne ve ölümsüz olduğuna inanılıyormuş. Rehberimizin söylediğine göre, bu ağaçların İsrail devleti gibi sonsuza dek yaşayacakları düşünülüyormuş...


Gethsemane Kilisesi'nin çatı süslemeleri


Kilisenin zeytin figürlü kapı süslemeleri


Gethsemane Kilisesi'nin iç mekânı


İç duvar süslemelerinde, Hz. İsa'nın "son akşam yemeği"nden sonra havarilerinden ayrılışı


Kilisenin zeminindeki kayalığa yaslanarak dinlenmesi, uyuması


Havarilerinden Yahuda'nın ihbarıyla yakalanışı


Hz. İsa'nın uyuduğuna inanılan kayalığın bir bölümü kilise içinde görülecek biçimde bırakılmış.


Kilise önündeki bir başka güzellik


Kiliseye sonradan eklendiği anlaşılan ön cepheye mozaikle Hz. İsa'nın burada geçirdiğine inanılan sahneler işlenmiş 


Tepedeki Rus kilisesinin altın yaldızlı soğan kubbeleri


Kilisenin cephesi Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan surlara bakıyor


Buradaki gezimiz bittikten sonra yukarıdaki otoparktan ciple gelecek Albert'i beklediğimiz köşeden, yukarıdaki Ortodoks kilisesinin çan kulesinde Yunan bayrağı dalgalandığı görülüyor. Sağdaki korkuluk demirleri ardında da Ermeni kilisesi var. 
Bu yoldan yukarı, eski kenti gezmeye çıkıyoruz. O gün de bayram olduğundan polis eski şehre giriş yollarını kapatmıştı. Girilmesine izin verilen yollardan pek de kısa sayılmayacak birkaç şehir turu attıktan sonra bir otoparkta yer bulduk.


Bu turlardan birinde tramvayla karşılaştık. Geniş bir caddeden geçerken rehberimiz, 1968'den önce caddenin karşı kaldırımının Ürdün'e ait olduğunu söyledi. Ama o cadde, artık bu cadde değil.
Arabayla dolaşırken duraklarda bekleyen, kaldırımlarda yürüyen Hasidikler dikketimizi çekti. Yakından fotoğraflarını çekince kızabiliyorlarmış. Ben şimdilik arabadan çekmeyi tercih ettim.


Polonyalı Hasidikler ailece araç bekliyorlar. Hasidikler genellikle çok çocuklu olurlarmış. Dinsel açıdan korunmaları günahmış; 11-12 çocuk sahibi olanlar varmış.


Değişik giysili başka tip Hasidikler... Giysi farkları tarikatlarından kaynaklanıyormuş. Başlarındaki papakların dinsel bir anlamı yokmuş. Polonyalı ve Ukraynalı Yahudiler geleneksel olarak bu papakları takarlarmış. Bu papaklar tilki kürkünden yapılırmış ve çok pahalıymış.



Eski kentten iki ayrı görüntü. Eski kent farklı dinsel ve etnik kökene göre dört bölümden oluşuyormuş: 1- Filistinli Müslümanlar (İsrailli Yahudiler onlara Arap diyor) 2- Yahudiler 3- Hıristiyanlar 4- Ermeniler.

Sonra sur dışından kısa bir tur attık.



Kudüs binlerce yıl öncesinden beri hep surlarla korunuyormuş ama bunlar istilacılar tarafından defalarca yıkılmış. Son olarak Osmanlı döneminde 1542'de Kanuni Sultan Süleyman tarafından bir bölümü onarılmış, bazı bölümleri de yeniden inşa edilmiş. Surların uzunluğu 4 kilometreyi buluyormuş. Kanuni surlardan başka kentte birçok yeni yapı, dinsel mekânların onarımını da yaptırmış. Duvarların dış bölümünde ve girdiğimiz Şam Kapısı'nda gördüğüm yazıtları görüntüledim.


Şam Kapısı'ndan girişte soldaki girintide iki Osmanlı mezarı yer alıyor. Burada surları yapan mimarlar yatıyormuş. Padişah, gizli geçit ve dehlizlerin yerlerinin öğrenilmemesi için yapım sona erince mimarları öldürtmüş.

Bu kapıdan "Arap Çarşısı" denen yere ulaşılıyor.





Eski kentin bu bölümünün sokakları Yafa'nın sokaklarını andırıyor.

                                Arap Çarşısı'nda bir Yunan lokantası

Rehberimiz Roman çarşıya giriyor... Çarşının ileri bölümleri çok kalabalıktı ve neredeyse omuz omuza yürümek zorunda kalınıyordu. Zemin yüzlerce, hatta belki binlerce yıllık aşınmış kaygan taşlarla döşeliydi ve ben burada yürürken birkaç kez dengemi yitirip düşme tehlikesi atlattım. Bunun üzerine geziyi fazla uzatmadılar ve öğle yemeği için Roman bizi bir lokantaya götürdü.




Bu lokanta da Hayfa'daki gibi Hıristiyanlar tarafından işletiliyordu ve burada nihayet felafel yedik. Albert bize, nohut köftesi olan felafel yedirebilmek için Yafa'dan itibaren her yerde bakınıp, sorup lokanta aradıysa da, bayram nedeniyle dükkanların çoğu kapalı olduğundan bulamamıştı.
Lokantanın üç ayrı yerinde çini süslemeler vardı. Yazı olmayan ilk ikisi motifler açısından Kütahya çinilerini andırıyordu, çok ilgimi çekti. Altında sanatçısının adı (Sandrouni) ve 1999 tarihi yazıyordu.


Sonra çarşıdan arkadaşlarımıza bazı hediyelik eşyalar satın aldık ve Kutsal Kabir Kilisesi'ne doğru yöneldik.

Kutsal Kabir Kilisesi Hz. İsa'nın mezarının yer aldığı küçük bir mağaranın üstüne inşa edilmiş önemli bir dinsel yapı. Hz. Ömer 7. yüzyılda Kudüs'ü ele geçirdiğinde bu kiliseyi ziyaret etmiş. Patrik ona kilisede namaz kılmasını teklif etmiş. Hz. Ömer, bir halifenin namaz kıldığı kilisenin Müslümanlarca hemen camiye çevrileceğini söyleyerek bu teklifi kabul etmemiş. Daha sonra kilisenin karşısına aşağıda görülen Ömer Camisi inşa edilmiş.

Ömer Camisi kapalıydı.

Bayram olduğundan Kudüs'ün her yeri gibi bu kilise de çok kalabalıktı. Dünyanın çeşitli yerlerinden pek çok Hıristiyan buraya "hacı" olmaya gelmişti. Hûşû içinde kilisenin içinde dolaşıyorlardı. Bize düşen onları rahatsız etmeden olan biteni izlemek ve rehberimizin anlattıklarını dinlemekti. Kilise duvarlarında Hz. İsa'nın öldükten sonra cenazesinin kaldırılmasını canlandıran resimler vardı.

Hz. İsa'nın çarmıhtan indirilişi


Daha sonra taş sedire uzatılışı


O taş sedir yahut yatak çevresinde çeşitli biçimlerde ibadet eden Hıristiyanlar


Taş sediri öpen, getirdiği kutsal kitap ya da metinleri oraya koyup dua edenler...


Hz. İsa'nın taş sedirden kaldırılıp gömüleceği mağaraya götürülüşü


Mağaranın üstüne inşa edilen mezar...


Hz. İsa'nın bu mezardan göğe yükseldiğine inanıldığından, sonradan mezar üzerine inşa edilen kilisenin kubbesi açık bırakılmış...


Kutsal kabirin çevresi dileklerinin kabul olması için mum yakanlarla dolu. Bunlardan iki "gayrihıristiyan"...



Bir de kilisenin üst katını tavaf edenler vardı. Merdivenlerin dikliği anlatılır gibi değil, âdeta gemici merdiveni... Buna rağmen gördüğüm bir kadın hayretten ağzımın açık kalmasına yol açtı: Kucağında irice bir bebek, elinden tuttuğu kızıyla o dik merdivenleri tırmandı ve indi...


Kilisede her türlü mezhebin bölümleri var. Bu iki fotoğrafta Ermeniler'e ayrılan bölümden görüntüler yer alıyor...

Bu kapı Etiyopya Ortodoks kilisesine aitmiş ve hep kapalıymış.


Kilisede yapılacak en küçük bir değişiklik bile içerideki tüm mezhep kiliselerinin sorumlu din adamlarının anlaşmasıyla olabiliyormuş. Bu fotoğrafta görülen merdiven, 19. yüzyılda çekilmiş ve hediyelik eşya dükkânlarında satılan fotoğrafta da aynı yerde duruyordu. Kim bilir ne tartışmalar yapılmıştır, ama merdiven yerinden kıpırdatılamamış...



Sonra eski kentin en eski bölümüne girdik. Burada kısmen restorasyon, kısmen yenileme, büyük bölümde de bulunduğu yerde koruma çalışmaları yapılmış. Kazılarda bulunan bazı dehliz, bodrum, depo, kuyu gibi bölümler daha fazla deşilmeden görülebilecek hale getirilip ışıklandırılmış ve üstü camekânlanarak gezenlerin görüşüne bırakılmış. 




Kentin eski ana caddesi mümkün olduğunca ayağa kaldırılarak gezilebilir hale getirilmiş.


Eski kentin mozaikten yapılmış planında ana cadde ortada soldaki kapıdan sağa doğru uzanıyor. Planın yapıldığı dönemdeki adı Eski Yunanca yazılmış.



Cadde stoalıymış ki, hâlâ bazı sütunları ayakta yahut ayağa kaldırılmış. Stoanın gerisinde dönemin dükkânları varmış, yani burası büyük bir agoraymış. Gezenlerin gözünde eski halini canlandırmak için büyük bir resim yapılmış. Resme bakarken rehberimiz, "Bu resimde büyük bir hata var, bulabilir misiniz?" diye sorunca Cansu sağ alttaki sırt çantalı çocuğu gösterdi; resme ilginç bir espri katmış.


Stoanın ardında restore edilmiş bir dükkân kalıntısı.


Şimdi sıra Ağlama Duvarı'nın bulunduğu Süleyman Tapınağı'nın yer aldığı alana inmeğe geldi. O kadar kalabalık ki, tam bir kaos hâkim. Dini bütün Yahudiler karıları ve çocuklarıyla bir an önce aşağıya inmek için yanında ya da önündeki insanları hiçe sayarak hızla yürüyor, çarpıyor, itiyor... Kimse kimsenin umurunda değil. Kutsal Kabir Kilisesi de kalabalıktı, ama insanlar buradaki gibi bir birini ezmiyordu. Mekke'de hac sırasında da durumun böyle olduğunu birçok kişiden duymuş ve okumuştum.
Merdivenlerin yaklaşık orta bölümünden karşısı böyle görünüyor. Sağda Kubbetül Sahra, solda minaresi görülen Mesçidi Aksa yahut öbür adıyla Aksa Camisi. Bu bölümde fotoğraf çekmeme bir olay neden oldu. Merdivenin kenarında kipalı bir Yahudi yerde torbalarla bir şeyler yapıyordu. Meğer isteyenin bileğine adak ipi bağlıyormuş. Cansu ile Canset bunu bildiklerinden dualar okunan bu ipliklerden taktırmak için durakladıklarında ben de az ileriden bu görüntüyü saptadım. İp dediğim kırmızı ince bir orlon. Ne kadar erken kopar düşerse dilek o kadar erken gerçekleşiyormuş. "Amin!"
 

Merdivenlerden inerken sol tarafta ilginç bir görüntü dikkatimi çekti. Bu, dev bir fanus içinde büyük bir yedi kollu şamdandı. Bu şamdanın yeri Sion Dağı'nın tepesiymiş. Genellikle Zeytin Dağı denen bu nokta Müslümanların elinde olduğundan ve rehberimizin söylediğine göre onlar izin vermediği için şimdilik
burada sergileniyormuş.
Buradan aşağı inip artık meydana kavuşacağız diye düşünürken bir de ne göreyim: Aşağıda askerlerin gözetiminde x-ray cihazları var ve herkes oradan geçmek zorunda olduğundan iniş yavaşlıyor, yukarıdan gelenlerin baskısıyla öndekiler iyice sıkışıyor. Aklıma Mekke'de yıllar önceki hac sırasında bir tünelde sıkışıp ezilerek hayatını kaybeden hacılar geldi. Buradan geçip meydana çıkmak benim için çok yorucu oldu.

Meydan ana baba günü, çok kalabalık. Bu fotoğrafta rehberimiz bir şeyler anlatıyor. Burası alçak olduğundan rüzgâr almıyor ve sıcak iyice hissediliyor. Uzun zamandır duvarı ellemeyi hayal ediyordum, ama nefesim kesildi, yapamayacağımı anladım. Kızlar ileride bir kuyruğa girip duvara doğru gittiler. Albert halimi görünce, oturmam için bir duvar parçası gösterdi. Oraya iliştim. Allahtan kızlar, önceden hazırladıkları dilek kâğıtlarını duvar taşlarının arasına sıkıştırıp döndüler. Söylendiğine göre duvara iliştirilen dilekler faksla yukarıya bildiriliyormuş (!), bizimkiler cevapları bir dahaki gelişlerinde alacaklarmış. Ne Soykırım Müzesi'ni, ne Mesçidi Aksa'yı, ne de Kubbetül Sahra'yı gezebildik. Bana bu kadar Kudüs gezisi bile çok fazla geldi, epeyce yoruldum. Canset, Müslüman yapılarını görmek istedi, ama Filistinliler'in kontrolündeki o bölüme gitmek için önce yukarı çıkmak, sonra çevreyi dolaşmak gerekiyormuş. Ayrıca Müslüman olmayanları oraya almıyorlarmış. Pasaport göstermek bir işe yaramıyormuş, inanmak için dua falan okutuyorlarmış. Yani bildiğimiz sınav... Bunu öğrendiğimde zaten oraya gitmemeye karar vermiştim, fakat Canset görmeyi çok istiyordu, olmadı...

Yukarı çıktığımızda Albert benim halimi pek iyi görmemiş olsa gerek en yakın otoparktan bir minibüs tuttu ve cipin olduğu öbür otoparka gittik.

Dönüşe geçtiğimizde sağdaki bir binanın Knesset, yani meclis binası olduğunu söylediler.



Aklımda yanlış kalmadıysa bu da Genelkurmay Başkanlığı binasıymış.



Kudüs'ün tramvay hattının yolları engellememesi için bir asma köprü yapılmış. Tek kuleli bu asma köprünün yapımı birçok tartışmanın ardından gerçekleşebilmiş.

Dönüşte yolda ya bir kaza olmuştu, ya da yoğunluk nedeniyle çok sıkışık bir trafik vardı, aynı Ağlama Duvarı'nda olduğu gibi... Yol galiba bir saatten fazla sürdü.

Döndüğümüzde beni bir sürpriz bekliyordu. Ağzımızdan kaçırmış olmalıyız, o gün benim doğum günümdü. Mutfak masasında oturup sohbet ederken birden ışıklar söndü ve üstünde mum yanan bir pasta geldi. Mumu üfledim, "İyi ki doğdun" nakaratları filan, epeyce eğlenceli bir akşam geçirdik. Meğer biz yokken Sara'nın kız kardeşi pasta yapıp eve getirip bırakmış. Bu inceliğe mi, pastanın lezzetine mi daha çok sevindim, bilmiyorum.

Bu benim şaşkın ve mahcup halim...


Herhalde mumu üflemişim, kesmek üzere yerleştiriyoruz...


Kesiyorum


Şarkı mı söylüyoruz, slogan mı atıyoruz, karışık...

Bu arada önümde rakı görülüyor, onu da açıklayayım. Albert'in âlicenaplığının sonu yok! Ben rakı seviyorum diye rakısever bir dostunu arayıp, bir şişe istemiş. İlk gezilerden birinden dönerken uğradık, apartmanın kapısına inen kişi elindeki şişeyi bana verdi. Meğer kalp ameliyatı olmuş, eskisi kadar içmiyormuş... Ben o şişeyi 4-5 günde bitiremedim.

Son günümüz biraz dinlenmeyle geçti. Akşamüstü çıkıp gene Yafa'yı şöyle bir turlayıp döndük. Uçağımız sabah 4:30'da olduğundan erkenden yatıp saat 2 gibi kalkmamız gerekiyordu. Öyle de yaptık.
Eksik olmasınlar, bizi alana götürdüler. Son çıkış kapısına kadar yanımızdan ayrılmadılar. Araştırmalarıma göre İsrail'e girmek pek güç değil de çıkmak biraz sorunlu oluyormuş. Kimlerle görüştüğün, nerelere gittiğin gibi sorular soruluyormuş. Ama her görevli yanımıza geldiğinde Sara misafirleri olduğumuzu, yanlarından hiç ayrılmadığımızı söyledi ve bizim çıkışımız bu nedenle sorunsuz oldu. Yalnız benim valizimde bir şey gördüklerini ve açmamı söylediklerinde, ne gördüklerini anladım ve hemen çıkarıp verdim.  Bir kavanoz çilek reçeliydi. Sara reçeli kendilerinin yapıp verdiğini söyledikten sonra bir cihazda bakıp iade ettiler.

İSRAİL HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

Tek cümleyle özetlemek gerekirse: İsrailoğulları buradaki çölde kendilerine tam anlamıyla bir cennet yaratmışlar. Milyonlarca hektar alanı topraklaştırıp, sulayarak yeşertmeleri, deniz suyundan tatlı su elde etmeleri, yerleşim alanlarıyla park ve bahçelerini özenle oluşturmalarını, korumalarını, çalışanların haklarına saygı göstermelerini, trafikte sağladıkları düzen hayran olduğum yanlar. Ülkenin büyük bölümü gene çöl, ama kullanmaya ihtiyaç duydukları alanları dünyanın en ileri tarım teknolojilerini kullanarak ihya etmişler. Bizdeki her türlü sebze orada da yetiştiriliyor. Avrupa ülkeleri bazı meyveleri İsrail'den ithal ediyor. Örneğin Amerikan çileğini iyi biçimde ıslah ederek lezzetli bir meyve üretmişler. Bizdeki iri çileklerden daha lezzetli olduğunu söylemeliyim. Bir de çok lezzetli iri ve az çekirdekli mandalinaları var. Ama Albert'in "İstanbul'da yediğim domatesler buradakinden çok daha lezzetliydi" deyişini de kaydetmeliyim. Sara, "Sebzeleri Araplar'dan almak lazım; makineyle toplanan sebzeler iyi olmuyor, Araplar elle topluyor ve güzel oluyor" demişti.
Tarım alanlarında belki deniz suyundan elde edilen su kullanılıyor. Kentlerde arıtma tesisleri çok yaygınmış, parklar ve bahçelerde atık su kullanılıyor herhalde. İçme ve kullanma suyu Taberiye Gölü'nden geliyormuş. Göl, İsrail'in kuzey kesiminde yer alıyor. Deniz düzeyinden 209 metre aşağıda olan göl, dünyanın en alçaktaki tatlı su gölü olarak biliniyor. Lübnan'dan gelen Litani nehri ve Golan'dan kaynaklanan irili ufaklı akarsular tarafından besleniyor. Gölün fazla suları Şeria yahut Ürdün nehriyle Lût Gölü'ne boşalıyor. Golan, İsrail'in en sulak bölgesiymiş ve pek güzelmiş. Bizimkiler bizi oraya götüremediklerine hayıflandılar. Evlerde musluktan akan su içiliyor. Albert, tam on yıldır bu evde oturduklarını ve bir kez olsun su kesintisi olmadığını söyledi. Büyük bölümü çöl olan bir ülkede ibret alınması gereken bir durum!
Sohbetlerimiz sırasında Cansu'nun çalıştığı işyerinden söz açılınca anlatılanlara kimse inanamadı. Cansu, bazen iş yetiştirmek için gece kalıp çalıştığını, bunun için fazla mesai ücreti ödenmediğini, yıllık izinlerini bir türlü istediği gibi kullanamadığını anlattığında dinleyenlerin gözleri fal taşı gibi açıldı. Durmadan "Nasıl olur, nasıl olur?" dediler. Böylece çalışma hayatı konusunda İsrail ile ülkemiz arasındaki derin uçurumu görmüş olduk. Artık Türkiye'de işten çıkarmalarda kıdem tazminatının pek ödenmediğini, kapsamının yasayla iyice daraltıldığını söylediğimde Albert, "Burada bir işveren, işçiyi tazminat ödemeden işten çıkarırsa en geç bir hafta sonra icra memuru evinin kapısına dayanır" dedi. İş mahkemelerindeki davalar en geç bir ay içinde ve ortalama olarak yüzde 99,5 işçinin lehine sonuçlanırmış. Bizde ise en erken iki yıl ve yüzde 90 işveren lehine...
Trafik düzeni sürücünün yanındaki koltuktan izlediğim kadarıyla harika diyebilirim. Şehir içinde kaldırımların dış yüzeyindeki renkler park durumunu anlatıyor. Örneğin sarı kırmızı boyalı kaldırımların yanına asla park edilemiyor. Ortada trafik polisi görülmüyor, aykırı durumlarda ceza faturası adrese geliyormuş. Herhalde çok gelişmiş bir kamera sistemi kurmuşlar. Trafik lambaları çok ilginç: Her kavşaktaki ışıkların ikizleri karşıda da var. Yani kırmızıda durmuş ilk araçsan, yeşil yandığını yaklaşık 5-10 metre ilerideki öbür ışıkların değişmesinde görebiliyorsun; bizdeki gibi eğilip bükülerek lambayı görmeye çabalamaya gerek yok. Kentlerde neredeyse hiç korna sesi duyulmuyor. Otoyolda birkaç kilometrede bir 'bip' sesi duyuluyor. Aracın otoyolda ne kadar yol kat ettiğini ölçen bir sistemmiş. Faturası sonradan posta kutusuna geliyormuş.
Kentlerde ve çevrelerinde sıradışı mimari denemelerine izin verilmiş. Hayfa'ya giderken gördüğüm bir bina çok ilgimi çekmişti: Kibrit kutusunu andıran, görünürde hiçbir kapı ve penceresi olmayan 5-6 katlı bir bina! Üstten ışık alan bina depo ve ofis olarak kullanılıyormuş.
İsrail, demokratik bir şeriat devleti. Yani dinsel açıdan kumar oynamak, domuz eti yemek, içki içmek, cumartesileri çalışmak gibi bazı konular günah olduğundan ambargo var. Ancak kumar oynanması hariç, diğerlerinde bazı esneklikler sağlanmış. Hasidikler için pek çok şey günah. Bu nedenle örneğin bazı lokantalarda tabaklar, bardaklar, çatal ve bıçaklar iki renk. Çünkü dinine bağlı olanlar domuz eti yenmiş bir tabaktan, onun için kullanılmış çatal bıçakla yemek, domuz eti yemiş birinin dudağını değdirerek su ya da içki içtiği bardaktan içmeyi günah olarak kabul ettiğinden böyle bir yol bulunmuş. Bizimkilerin söylediğine göre bir süre önce ülkenin bir yerinde domuz üretme çiftliği kurulunca hızlı Museviler, 'domuz dışkısını yer' diye ayaklanmış. Bunun üzerine domuzların temizlenebilir tahta kerevetler üzerinde yetiştirilmesi yolu bulunmuş. Bunun gibi orta yollar bulunarak değişik görüşteki Yahudilerin bir arada yaşamalarının çareleri oluşturuluyormuş. Her kesim "Bana karışmasınlar da, ne yaparlarsa yapsınlar" diye düşünüyor. Ülkenin her yerindeki trafik ya da adlandırma tabelalarında üç dil kullanılıyor: İbranice, Arapça, İngilizce!... Ülkede ayrıca az sayıda Dürzi ve Çerkes de yaşıyormuş. 

Nasıl ki holokosta, yani Yahudi soykırımına, antisemitizme şiddetle karşı çıkıyor ve lanetliyorsam, Filistinliler'in ve bazı devletlerin İsrail devletini tanımamasını, zaman zaman değişik saldırılar düzenlemesine, İsrail devletinin de Filistinliler'i katletmesine ve zora koşmasına, devlet kurma hakkını tanımamasına aynı biçimde karşı çıkıyorum. Fakat burası ne bunun tartışılacağı yer ve ne de amacım bu.
Ancak bir konuya değinmeden edemeyeceğim: Her ülkede aynı konu hakkında farklı bir resmi tarih var. İsrailli Yahudiler Filistinliler'e Arap diyor. Oysa onlar Arapça konuşuyorlar, Arap kültürünü benimsemişler ama Arap değiller. Anladığım kadarıyla İsrail'e egemen olan resmi ideoloji, "Filistin" ve "Filistinli" ifadelerinin sonradan yakıştırılmış kavramlar olduğunu kabul ediyor. Hatta Kudüs'ü gezerken rehberimiz "İngilizler, işgal döneminde buraya Filistin adını verdi. Burada yaşayan Araplara da bundan dolayı Filistinli dendi" şeklinde bir açıklama yaptı. Eğitim sistemiyle yerleşmiş bilgi böyle. Kimse, Filistinliler'in Yahudiler gibi binlerce yıl önce bu topraklara batıdan gelerek yerleşmiş Deniz Halkları'ndan "Filistiler"e dayandığını ya bilmiyor, ya söylemiyor, ya da kabul etmiyor. Biz buraya dostlarımızın davetlisi olarak gezmeye, görmeye ve hoşça vakit geçirmeye geldiğimiz için kimseyle böylesi konulara girmedik. Dileyen ansiklopedilerden yahut internet yoluyla bu bilgilere kolayca erişebilir.

Hatırlayabildiklerimden oluşan İsrail gezisi notlarım burada sona eriyor. Eksik kalan kısımları sonradan ekleyebilirim. Böyle zengin bir gezi programı uygulayarak bizi yaklaşık bir hafta boyunca büyük bir özenle ağırlayan, bize gerçek bir misafirperverlik gösteren Sara ve Albert ile ailesine en içten teşekkürlerimizi sunarım. İsrail'i görerek tanımak iyi bir deneyim oldu.

Bodrum, 24 Haziran 2013.